27 Eylül 2009 Pazar

ÜÇ ALTIN SÖZ

Rızkını temin etme peşinde, bir adamca­ğızın yolu gurbete düşmüş. Düğününün hemen sonrasın­da geldiği diyar-ı gurbette gece dememiş, gündüz deme­miş, çalışmış.
Geride bıraktığı yeni gelinin hayali ciğerini yaka dursun, bu ev parası, şu arsa parası, öbürü mal melal için derken, adamcağız tam on sekiz sene kalmış gurbet elde. O devrin parasıyla da üç bin akçe biriktirmiş. Cümle ihtiyaçları karşılayıp, ufaktan bir iş kurmaya da yeter bu para, diye düşünerek, memleketine gidecek ker­vanın yolunu gözlemeye başlamış.
Nihayet vakit gelmiş, parasını koynuna saklayıp, aldığı hediyeleri devesine yüklemiş, bin bir hayalle ker­vana katılmış, düşmüş yollara.

Üç beş gün gittikten sonra, kervanın konakladığı bir kasabada meşgale olur, hasretini dindirir diye çarşı­yı dolaşmaya çıkmış. Zaman geçsin diye sağa sola bakıp dolanırken, biraz öteden gelen bir ses dikka­tini çekmiş:
- 1000 akçeye bir söööz, 1000 akçeye bir söööz...
Kendisinin canını dişine takıp altı senede kazan­dığı paraya bir tek sözü satıyorlar! Ne garip adamlar var şu dünyada, demiş kendi kendine, kim bir söze 1000 ak­çe verir ki?..
Önce üstünde durmamış adam. Lâkin kervana doğru yola koyulduğu sırada bir merak ateşi düşmüş içi­ne, kafası karışmış:
Acaba nasıl bir söz bu? 1000 akçe istediklerine göre kim bilir ne kadar kıymetlidir!.. Boşveeer, söz değil mi hepsi hepsi? Altı sene çalıştım, dile kolay altı sene o para için ben... Müşterisi olmasa bu adam da bu işi yap­maz ki canım... Evi yapıp işi kurmaya 2000 akçe de ye­ter, toprağı biraz az alıveririm. Acaba bu söz ne ki?..
Böyle kendi kendine söylene söylene söz satan adamın yanına kadar gelmiş, 1000 akçeyi uzatıp, söyle demiş, o sözü ben alıyorum. 1000 akçeye bir söz satan adam yaklaşmış bizimkinin kulağına, kimselerin duya­mayacağı bir sesle fısıldamış:
- Kaderde ne varsa o olur...
Sözü duyunca rengi atmış, benzi uçmuş garibin, ben bunu zaten biliyordum diyememiş. Neyse... Ha­yal kırıklığına rağmen aldığı sözü bir mücevher gibi 2000 akçesinin yanma koymuş, kervana doğru yürümeye koyulmuş. Adamcağız tam çarşıdan çıkacakken, biri­nin daha şöyle bağırdığını işitivermiş:
- 1000 akçeye bir söööz, 1000 akçeye bir söööz...
Kendine kızmayı bırakıp, bu kasabaya, bu çarşı­ya, bu adamlara söylenmeye başlamış. Başlamış ama merak bu kez ümitlerin bohçasına sarılarak düşmüş yü­reğine. Kaybetmenin acısı kazanma arzusuyla birleşince akıl terk eder sahibini. Bizimkinin aklı da, bu sebeple ol­sa gerek, terk etmiş onu.

Belki bu defa bu paraya değecek bir sözdür... 1000 akçem gitti zaten... Oturduğumuz ev de fena değil aslında... Köy yerinde bin akçe neyimize yetmiyor... Derken, uzatmış parayı, söyle bakalım efendi, demiş, neymiş bu kadar değerli söz?
Parayı alan adam, kimsenin dinleyip dinlemedi­ğini kolaçan ettikten sonra sözünü söylemiş:
- Beyim, gönül neyi severse güzel odur...
Eski zaman hikâyelerine aşina iseniz, kalan 1000 akçenin de bir başka söze verildiğini tahmin etmekte güçlük çekmeyeceksiniz. Uzatmayalım, bizimkinin son 1000 akçesini de koynundan pır diye uçuran son söz de şöyleymiş:
- Her şeyin bir vakti vardır, hiçbir şey aceleye gelmez...

On sekiz senede kazandığını üç söze veren adam­cağız, memlekete döndüğümde kime ne söylerim, diye düşünceli düşünceli yürürken, bir kuyunun başında top­lanmış kalabalık dikkatini çekmiş. Biraz daha yaklaşınca, kalabalığın arasındaki tellalın sözlerini duymuş:
- Ey ahali, duyduk duymadık demeyin! Bugüne kadar bu kuyuya girip sağ çıkan olmadı, bunu başarabi­lene padişahımız ağırlığınca altın verecektir!..
Kalabalıktan, o kuyunun halkın tek su kaynağı olduğunu, kuyudaki canavarın suyu kesip, aşağı inmeye cesaret edebilenleri öldürdüğünü öğrenmiş ki, o anda aklına satın aldığı ilk söz gelmiş: 'Kaderde ne varsa o olur.'
- Ben o kuyuya girerim, diye haykırmış kalabalı­ğı yararken.
Beline bir ip bağlayıp aşağıya salmışlar adamca­ğızı. Aşağı indiğinde, belindeki ipi çözüp başını kaldır­mış ki ne görsün? Yerlerde insan kemikleri, karşıda dev bir ejderha, ejderhanın sağında güzeller güzeli bir hatun, solunda çirkin mi çirkin bir kurbağa... Garibimin kork­masına bile zaman tanımadan haykırmış ejderha:
- İnsanoğlu, insanoğlu! Söyle bakalım, kadın mı daha güzel, kurbağa mı?
Adamcağız korkudan titreyerek tam kadın güzel diyecekmiş ki, birden satın aldığı ikinci söz gelmiş aklı­na. Kekeleyerek:
- Gönül neyi severse güzel odur, deyivermiş.
Bu cevaptan çok memnun kalan ejderhanın kah­kahaları kuyunun başındakilere kadar geldiğinde, bizim­ki ejderhadan kimseyi öldürmeyeceğinin, suyu bıraka­cağının sözünü çoktan almış bile. Meğer kurbağanın gö­züne aşık olan ejderha, kadının güzelliğini duymaya tahammül edemediği için insanların canına kast etmekte, sularına el koymaktaymış.
Padişahtan ağırlığınca altını alan adam, güle oynaya evinin yolunu tutmuş. Keyifle mu­habbetle dere tepe düz olmuş, memleketine vasıl olmuş. Nice bin hayalle evine varmış. Kapıyı çalmadan evvel pencereden içeriye şöyle bir göz atmış ki, ne görsün! Karısı bir civanla göz göze, diz dize oturuyor sedirin ba­şında.
O anda feleği şaşmış adamcağızın. Ben bunca se­ne bunun için mi sefil-perişan oldum, deyip çekmiş han­çerini, dalmış kapıdan içeri. Fakat Hakk'ın hikmeti, o anda satın aldığı üçüncü söz gelmiş hatırına: 'Her şeyin bir vakti vardır, hiçbir şey aceleye gelmez.' Duraklamış, hançeri kınına sokup:
- Hayırdır hanım, kim bu delikanlı? Kadıncağız senelerdir yollarını beklediği kocasına dönmüş:
- Hani sen giderken... demeye kalmadan deli­kanlı babasının ellerine çoktan sarılmış bile.

25 Eylül 2009 Cuma


ŞOFÖR

Sokaklarda sefâlet kol geziyordu. Kim kime yardım edecek, destek olacaktı? İşsizlik yaygındı. Çevresi de perişandı. Bir yanı yıkılmaya yüz tutmuş evceğizinin camından yola doğru ümitsizce bakarken bir taksinin kapının önünde durduğunu, içinden de bir yolcunun indiğini gördü. Demek ki taksi şoföründe az çok para olacaktı. Çünkü müşteri indirmişti. Bütün cesaretini ve ümidini toplayarak evden çıkıp yola koştu. Yaklaşıp direksiyon başında arabasını hareket ettirmek üzere olan şoföre seslendi. – Sakın beni dilenci falan zannetmeyin. Üç çocuğumla üç gündür aç beklemekteyim. Bu gidişle namusumu lekelenmemden korkmaya başladım. Allah rızası için yardımda bulunun. Ben açlıktan ölmeye razıyım. Fakat çocuklarımın çığlıklarına tahammül edemiyorum.
Beklenmedik bir anda gelen bu “Allah rızası için yardım” talebi zaten kıt-kanaat geçinen şoförü şaşırtmıştı. Düşünmeye başladı. Cebinde bir miktar parası vardı var olmasına; ancak bu parayı aylardır biriktiriyordu. Çünkü taksinin dört lastiği de kabaklaşmıştı. Onları değiştirmek için çırpınıyordu. Zaten akşamları eve gelince hanım da ikaz etmekten geri kalmıyordu:
– Ne zaman değiştireceksin bu lastikleri? Birazcık geç kalsan, aklıma kötü şeyler geliyor. Acaba bir kaza mı yaptı kabak lastiklerle?’ diye korku içinde bekliyorum.
O an için nefsi ve şeytan birlik olup vesvese vermeye başladılar:
– Sen zaten zor geçinen kimsesin. Yardım edecek durumda değilsin. Bas gaza, git yoluna!
Fakat imanı ve vicdanı da şöyle sesleniyorlardı:
– Para dediğin şey böyle gün için lazım olur. Belli olmaz Allah’ın rızasının nerede olduğu. Biriktirdiğin parayı bu muhtaç hanıma vermelisin. Tam yeridir. Çocukları aç durumda, Onu namusunu kirleterek, para kazanma zorunda bırakmamalısın.
Nihayet nefsini ve şeytanını yenmiş, cebindeki lastik parasını tümüyle kadıncağıza uzatarak:
– Al bacım, namusunla yaşa. Bu para bir müddet seni idare eder. Sonrasında da Allah başka sebepler halk eder! Dedi. Minnet etmemek için de hemen gaza basıp oradan uzaklaşırken kadının:
– Sen benim ihtiyacımı karşıladın, Allah da senin ihtiyacını karşılasın! duasını duydu. Gün boyunca kulaklarında çınlayan bu duaya hep (amin) dedi.
Akşam eve gelince beklediği soruyla yine muhatap oldu.
– Hâlâ değiştirmemişsin lastiklerini...
– Bir lastikçiyle anlaştım. Yeni lastikler gelince hemen değiştirecek... diyerek geçiştirdi.
Bu geçiştirme işi birkaç gün devam etti. Bir akşam yine eve gelirken iyice sıkılmış, “Bu defa ne diyeceğim?” diye düşünürken beklenmedik bir durumla karşılaşmıştı. Hanım kendisine adres yazılı bir kağıt uzattı, sonra da şöyle dedi:
– Bugün bir lastikçi geldi, şu adresi verdi. “Yarın bana mutlaka gelsin, lastiklerini değiştireceğim” deyip gitti. Al şu adresi. Belli etmemişse de bunun izahını yapamamıştı. Çünkü böyle bir lastikçi ile konuşmamıştı. Merakla sabahı bekledi. İlk işi kağıttaki adrese gitmek oldu. Garipliğe bakın ki tamirciyi hiç görmemiş, buraya hiç gelmemişti. Elindeki kağıdı uzatınca bir şaşkınlık iki tarafta da yaşandı. Lastikçi:
– “Sen o musun?” deyip şoförün boynuna sarıldı, başladı hıçkıra hıçkıra ağlamaya. Sonra da şöyle devam etti:
– Tam üç gündür Resûlüllah Aleyhisselam rüyama giriyor ve bana, "Şu adresteki şoförün lastiklerini değiştir, ücret olarak da benim şefaatime nail ol" buyuruyor. Allah için söyle. Sen ne türlü bir iyilik ettin, nasıl bir hayır dua aldın ki Resûlüllah Aleyhisselam üç gündür beni ikaz ediyor, senin lastiğini değiştirmem için beni vazifelendiriyor?

HIZIR ALEHİSSELAM NASIL GÖRÜLÜR?

Sultan II. Mahmud Han zamanında yaşlı bir kadıncağız duymuş ki, Hazreti Hızır her gün yatsı namazında, Yeni Câmî'de görülürmüş. Kendisi de zâten Hızır Aleyhisselâm'ı görmeyi öteden beri çok istermiş. Duyduğu söz üstüne ertesi gün kocasına durumu bildirip, ondan izin alarak yatsı namazına Yeni Câmî'ye gitmiş. Namaz çıkışında, avluda bir kenara çekilmiş ve başlamış çıkanlara dikkatli dikkatli bakmaya.
O pür dikkat çıkanları tâkip ederken, karşısından bir yaşlı amca çıkagelmiş.
- Neye bakarsın hâtun?
- Dediler ki, bu câmîde her gece Hızır Aleyhisselâm görünürmüş. Onu görmeye geldim.
- Peki onu görsen nasıl tanıyacaksın?-Bilmem.
- O zaman buradan geçse, sen onu tanıyamazsın.-Doğru, nasıl da akıl edemedim.
- Bak öyleyse, sana onu nasıl tanıyacağını öğreteyim.
- Olur-Arkamdaki câmîyi görüyor musun?
- Evet-Işıklarına bak. Söndü mü şimdi?
- A evet, söndü.- Şimdi bir daha bak, ışıklar tekrar yandı mı?-Baktım. Evet şimdi de yandı.
-Peki öyleyse. İşte aynı böyle, arkasında duran câmînin ışıklarını olduğu yerden kıpırdamadan yakıp söndüren birisini görürsen, işte o Hızır'dır.

- Doğru mu?
- Doğru
- Hay Allah râzı olsun, demiş ve kadın beklemeye devâm etmiş.
Herkes dağıldığı halde, târife uygun kimse çıkmamış. Bizimki de mahzun eve dönmüş. Kocası sormuş:
- Gördün mü Hızır Aleyhisselâm'ı?
- Yok, göremedim.
- Vah vah.
- Olsun, göremedim ama, nasıl görülür çok iyi öğrendim.

BANA SORAN OLDU MU?


"Dünya bir imtihan salonudur. insan ise, sınanmaktadır, diyorsunuz. Allah bana sormadan karar vermiş ve beni yaratmış. Belki de ben var olmak istemeyecektim... Buna ne dersin?"

- Allaha inanıyor musun?
- inanmıyorum!
- Öyleyse bu soruyu sormaya hakkın yok.
- Neden?
- Çünkü, iman etmeyen bir kimse, inanmadığı birinin kendisini dünyaya getirdiğine ve imtihan ettiğine de inanmaz, inanmamalı. Mantık bunu gerektirir. Aksi halde çelişkiye düşmüş olur. Sana doğrudan sual konusunu anlatmaya çalışmak abesle iştigaldir. Önce Allaha iman meselesini konuşmamız gerekir. Kabul edersin veya etmezsin, bu sana kalmış.
- Ya, Allaha ve onun beni imtihan için yarattığına inanıyor, ama yine de bu soruyu soruyorsam..?
- O zaman, bu sorudan yaratıcının hükmüne razı olmamak gibi bir isyan manası çıkar.
- Evet, diyelim ki ben inananlardanım, ama yine de soruyorum. Bana niçin, var olmak istiyor musun, diye sorulmadı?
- Sana bu soru sorulamazdı, çünkü henüz sen yoktun. Olmayan birine soru sorulamaz. Yok olan var olamaz ki, soru sorulabilsin. Yokluktakinin ne aklı vardır anlayacak, ne duyguları vardır hissedecek, ne de dili vardır söyleyecek.
- Soru sormak için yaratabilirdi...
- Evet yaratabilirdi ve sen var olurdun. O zaman, yaratmış olduğu bir varlığa, "Seni yaratmamı ister misin?" diye sormanın hiçbir anlamı olmazdı. Zaten yaratmış sen de var olmuşsun, niçin sorsun, bu aşamadan sonra sormanın ne anlamı olur.
- Benim fikrimi almadan var etmesi bir haksızlık değil mi?
- Asla! Sen yoktun ki, hakkın var olabilsin. Olmayan birinin hakkı da olamaz. Düşünsene, sen, ancak var edildikten sonra "sen" oldun da "benim hakkım" diyebiliyorsun. Kaldı ki, var olmak en büyük nimetlerden biridir, bunu niçin anlamak istemiyorsun! Bütün iyilikler ve güzellikler varlıktan gelir. Bütün çirkinlikler ve kötülükler yokluktandır. Zenginlik varlıktır, fakirlik yokluk, malı olmayana fakir denilir, olana değil. Sıhhat varlıktır, hastalık yokluk, yani sıhhatin yokluğu. Afiyet varlıktandır, musibet yokluktan, yani afiyetin yokluğundan. Bu örnekleri uzatmak mümkün...
- Bana, imtihan sonunda cehenneme gideceğim söylenseydi, ben hemen o anda yok olmak isterdim...
- Sana cehenneme gideceğin söylenemezdi, çünkü bu durumda imtihanın anlamı kalmazdı. Sınıfta kalacağını kesin olarak bilen bir öğrenci sınava bile girmek istemez. Nitekim şimdi de hiç kimse cennete mi, cehenneme mi gideceğini bilmiyor.
Seni dünyaya gelişine pişman eden ne? Sahip olamadıkların mı? Başına gelen belalar, musibetler ve hastalıklar mı? Bunların hepsi gelip geçicidir. Böyle olmasa bile, dünya hayatı sayılı günlerden ibaret olduğu için, ondaki kötü haller de geçip gidecektir. Hem de bu dünya da iyilikler, güzellikler asıl, kötülükler ve çirkinlikler ayrıntıdır. Niçin hep yok olanlara, sana gelen kötülüklere ve çirkinliklere bakıp duruyorsun, bir de sahip olduğun güzelliklere bak. Varlık, hayat, insanlık gibi büyük nimetleri tattın. Gerçi sahip olmadığın güzellikler de var, ama bir de senin olanlara baksana!
Şunu da düşün ki, sana gelen ve hoşuna gitmeyen haller senin itirazınla yok olacak değiller. Bu isyanınla yok olacak bir tek şey var, o da senin imanındır, yani sana ebedi saadet kapısını açacak olan anahtarın.
Seni isyana ve itiraza sevkeden sebeplerden biri de şu: Günahlara dalmışsın, bu dünyada ilahi emirlere tabi olmak istemiyorsun, nefsinin arzuları peşinde koşmak istiyorsun, ama cehennem azabından da korkuyor, onu her fırsatta hatırlıyor, acı çekiyorsun.
Allah ile savaşacağına nefsinle savaş, onu ıslah etmeye çalış. Tevbe kapısı her zaman açık, oradan girmeye ne mani var? Tevbe suyuyla yıkan da temizlerden ol, günahlarla zaten kirlenmişsin, bir de isyana bulaşıp iyice kararma!
Evet, bu dünyaya isteyerek gelmedin, isteyerek de gitmeyeceksin. Getiren getirmiş, götüren götürüyor. Gitmek istemeyince burada kalacak değilsin. Şu halde seni yaratanın iradesine tabi ol, iman et ve rahatla. Başka çıkış yolun yok, tek gerçek bu, anlamıyor musun!"