29 Aralık 2012 Cumartesi

Sobanın Sırrı


Fizikçi, matematikçi, kimyacı, jeolog ve antropologdan oluşan bir heyet, bir araştırma için arazide bulunmaktadır. Birden yağmur bastırır. Hemen yakında ki bir arazi evine sığınırlar. Ev sahibi bunlara bir şeyler ikram etmek için biraz ayrılır. Hepsinin dikkati soba üzerinde toplanır. Soba yerden 1 m. kadar yukarıda, altındaki dizili taşların üzerindedir. Sobanın niçin böyle kurulmuş olabileceğine dair bir tartışma başlar.

Kimyacı: “Adam sobayı yükselterek aktivasyon enerjisini düşürmüş, böylece daha kolay yakmayı amaçlamış”;

Fizikçi: “Adam sobayı yükselterek konveksiyon yoluyla odanın daha kısa sürede ısınmasını sağlamak istemiş”;

Jeolog: “Burası tektonik hareketlilik bölgesi olduğundan, herhangi bir deprem anında sobanın taşların üzerine yıkılmasını sağlayarak yangın olasılığını azaltmayı amaçlamış”;

Matematikçi: “Sobayı odanın geometrik merkezine kurmuş, böylece de odanın düzgün bir şekilde ısınmasını sağlamış”;

Antropolog: “Adam ilkel topluluklarda görülen ateşe tapmanın daha hafif biçimi olan ateşe saygı nedeniyle sobayı yukarı kurmuş.” der.

Bu sırada ev sahibi içeri girer ve ona sobanın yukarıda olmasının nedenini sorarlar. Adam cevap verir:
-“Boru yetmedi de efendim!”

İNSANLARI ANLAMAK ZORDUR... HERKES KENDİ MERKEZİNDEN BAKAR, DOĞAL OLARAK "KENDİ MERKEZLİ" GÖRÜR... NE KADAR FARKLI BAKARSAK BAKALIM, ORTAK PAYDAMIZ İNSAN OLMAKTIR VE İNSANIN İNSANLIĞA İNSAN OLMAKLA GETİRDİĞİ BİR BORCU VARDIR, HOŞGÖRÜ VE ADALET...

13 Aralık 2012 Perşembe

DERT AĞACI

Eski çiftlik evini restore etmek için tuttuğum marangoz, işteki ilk gününü zorlukla tamamlamıştı.
Arabasının patlayan lastiği onun işe bir saat geç gelmesine neden olmuş, elektrikli testeresi iflas etmiş ve şimdi de eski püskü pikabı çalışmayı reddetmişti.
Onu evine götürürken yanımda adeta bir taş gibi oturuyordu. Evine ulaştığımızda beni, ailesiyle tanışmam için davet etti.
Eve doğru yürürken küçük bir ağacın önünde kısa bir süre durdu, dalların uçlarına her iki eliyle dokundu.
Kapı açıldığında ; adam şaşırtıcı bir şekilde değişti. Yanık yüzü tebessümle kaplandı, iki küçük çocuğunu kucakladı ve eşine kocaman bir öpücük verdi.
Daha sonra beni arabaya yolcu etmeye geldiğinde; ağacın yanından geçerken merakım daha da arttı ve ona eve giderken gördüğüm olayı sordum.
"O, benim dert ağacım", dedi. "Elimde olmadan işimde bazı sorunla çıkıyor, ama şundan eminim ki o sorunlar, evime, eşime ve çocuklarıma ait değil. Bunun için bu sorunları her akşam eve girerken o ağaca asıyorum. Sabahları tekrar onları oradan alıyorum. Ama komik olan ne biliyor musunuz? Ertesi sabah onları almaya gittiğimde, astığım kadar çok olmadıklarını görüyorum.

"Öfkeyle geçen her dakikanız, mutluluğunuzdan çalınmış 60 saniyedir."

ÖĞRET ONA

Zaman alacak biliyorum, fakat eğer öğretebilirsen ona, Kazanılan bir liranın, bulunan beş liradan daha değerli olduğunu öğret.
Kaybetmeyi öğrenmesini öğret ona ve ...hem de kazanmaktan neşe duymayı.
Kıskançlıktan uzaklara yönelt onu. Eğer yapabilirsen, Sessiz kahkahaların gizemini öğret ona.
Bırak erken öğrensin, zorbaların görünüşte galip olduklarını...
Eğer yapabilirsen, ona kitapların muzicelerini öğret.
Fakat ona sessiz zamanlar da tanı.
Gökyüzündeki kuşların, güneşin altındaki arıların ve yemyeşil yamaçtaki çiçeklerin
ebedi gizemini düşünebileceği.
Okulda hata yapmanın, hile yapmaktan çok daha onurlu olduğunu öğret ona.
Ona kendi fikirlerine inanmasını öğret.
Herkes ona yanlış olduğunu söylediğinde dahi.
Tüm insanları dinlemesini öğret ona, Fakat tüm söylediklerini gerçeğin eleğinden geçirmesini ve sadece iyi olanları almasını da öğret.
Eğer yapabilirsen, üzüldüğün de bile nasıl gülümseyeceğini öğret ona.
Gözyaşlarında hiçbir utanç olmadığını öğret.
Ona kuvvetini ve beynini en yüksek fiyatı verene satmasını, Fakat hiçbir zaman kalbi ve ruhuna fiyat etiketi koymamasını öğret.
Uğultulu bir insan kalabalığına kulaklarını tıkamasını öğret ona.
Ve eğer kendisinin haklı olduğuna inanıyorsa, dimdik dikilip savaşmasını öğret.

(Abraham Lincoln tarafından oğlunun öğretmenine yazılmış bir mektup.)

30 Kasım 2012 Cuma

Öfkelenince neden bağırırız?


Hintli bir ermiş öğrencileri ile gezinirken Ganj nehri kenarında birbirlerine öfke içinde bağıran bir aile görmüş. Öğrencilerine dönüp “insanlar neden birbirlerine öfke ile bağırırlar?” diye sormuş.

Öğrencilerden biri “çünkü sükûnetimizi kaybederiz” deyince ermiş “ama öfkelendiğimiz insan yanı başımızdayken neden bağırırız? O kişiye söylemek istediklerimizi daha alça
k bir ses tonu ile de aktarabilecekken niye bağırırız?” diye tekrar sormuş.

Öğrencilerden ses çıkmayınca anlatmaya başlamış: “İki insan birbirine öfkelendiği zaman, kalpleri birbirinden uzaklaşır. Bu uzak mesafeden birbirlerinin kalplerine seslerini duyurabilmek için bağırmak zorunda kalırlar. Ne kadar çok öfkelenirlerse, arada açılan mesafeyi kapatabilmek için o kadar çok bağırmaları gerekir.”

“Peki, iki insan birbirini sevdiğinde ne olur? Birbirlerine bağırmak yerine sakince konuşurlar, çünkü kalpleri birbirine yakındır, arada mesafe ya yoktur ya da çok azdır. Peki, iki insan birbirini daha da fazla severse ne olur? Artık konuşmazlar, sadece fısıldaşırlar çünkü kalpleri birbirlerine daha da yakınlaşmıştır. Artık bir süre sonra konuşmalarına bile gerek kalmaz, sadece birbirlerine bakmaları yeterli olur. İşte birbirini gerçek anlamda seven iki insanın yakınlığı böyle bir şeydir.”

Daha sonra ermiş öğrencilerine bakarak şöyle devam etmiş: “Bu nedenle tartıştığınız zaman kalplerinizin arasına mesafe girmesine izin vermeyin. Aranıza mesafe koyacak sözcüklerden uzak durun. Aksi takdirde mesafenin arttığı öyle bir gün gelir ki, geriye dönüp birbirinize yakınlaşacak yolu bulamayabilirsiniz.

Vakit Tamam...

Tık, tık, tık…
- Kim o?
- Hazırlan gidiyoruz.
- Sen kimsin? Nereye gidiyoruz?
- Sıran geldi. Gerçek evine gidiyoruz.
- Gerçek ev mi? Sen! Yoksa!
- Evet. Hadi gidelim.
– Dur bir dakika..bir sürü yarım işim var.
- İş yarım kalmaz. Birileri tamamlar. Oyalanma artık.
- Çocuklar, onlar daha çok küçük, bari vedalaşsaydım.
- Sen olmadan da büyürler, hadi bekliyorlar.
- Bekliyorlar mı? Onlar da kim?
- Gidince görürsün.
- Anladım. Anladım ama kalbini kırıp, gönlünü alamadıklarım, iyiliğini görüp, karşılık veremediklerim var. Anlayacağın borçlu gitmek istemiyorum.
- Bunu zamanında düşünseydin!
- Zamanında mı? İyi de ben daha zamanım var sanıyordum.
- Hepiniz aynısınız.. Zaman dediğin, içinde bulunduğun an..
Bunun ötesi yok.
- Keşke, keşke….
- Devam etme. Bugünü yaşarken hep yarın var gibi davrandın. Üstündeki üniformanın sorumlulukları var..
Yerine getirmedin...
Bu sana bir uyarıydı. Şimdi gitmiyoruz… Ama her an gidebiliriz..
Bir daha geldiğimde önünde umut, arkanda pişmanlık olmasın!..


Ahmet Şerif İzgören

19 Kasım 2012 Pazartesi

Bildirilince bilen, yüreği olan görüyor elbet...


Delinin biri camiye girer, belli ki namaz kılacak. Ama oturmaz, meraklı ve şaşkın gözlerle etrafı süzer-dolanır...
... Bir oraya, bir buraya her köşeye dikkatlice bakar ve hızla çıkar gider..
Az sonra sırtında bağlanmış odunlarla tekrar gelir camiye ve tam namaza başlamak üzere olan cemaatle birlikte saf tutar..
Ama sırtındaki odunlarla güç bela bitirir namazını. Eğilip kalktıkça yere düşen odunlar, çıkardığı ses vs. derken, tabii cemaat de rahatsız olmuştur bu durumdan...
Nihayet biter namaz, bitmesine ama her kafadan bir ses çıkar...
Herkes kıpırdanmaya, adama söylenmeye başlamıştır bile...
İmama kadar ulaşır sesler, hafiften tartışmalar...İmam aynı mahalleden, bilir az çok garibin halini, şefkatle yaklaşır meczubun yanına ve der ki:
- “Oğlum böyle namaz mı olur, sırtında odunlarla, sen ne yaptın? Hem kendini hem de çevreni rahatsız ettin bak, bir daha namaz kılmaya yüksüz gel olur mu?” Bunu duyan meczub melül-mahzun, ama manalı bir bakışla sorar
- “Âdetiniz böyle değil mi?”
- “Ne âdeti?!” der Hoca... Cemaat da toplanmış, merak ve şaşkınlıkla olayı izlemektedir o sıra... Der ki meczub bu kez:
- “Hocam ben namaz kılmak için girdim camiye, şöyle kendime uygun bir yer ararken içeridekilere baktım, gördüm ki herkesin sırtında bir şeyler var. Zannettim ki adet böyledir, ben de şu odunları yüklendim geldim işte, neden kızıyorsun? Kızacaksan herkese kız, tek bana değil! Hoca şaşırır: “Benim sırtımda da mı var?” der...
- “Evet” der meczub, “Hepinizin sırtı yüklü!”... Cemaatte ise hafiften “deli işte!” manasına,bıyık altından gülüşmeler başlamıştır... Meczub bu kez öne atılır ve tek tek cemaati işaret ederek, saf bir çocukça, heyecanla bağırır:
- “Bak bunun sırtında mavi gözlü bir çocuk, bunda kocaman bir elma ağacı vardı... Bunda kırık bir kapı, bunda bir tencere yemek, bunda kızarmış tavuk, şunun sırtında yeşil gözlü esmer bir hatun, bununkinde de yaşlı annesi vardı!..” Sonra iki elini yanlarına salar başını sallar ve umutsuzca;
- “ Boş yok, boş yok hiç!..diye tekrarlar. O böyle söyleyince, herkes dehşet içinde şaşkınlıkla birbirinin yüzüne bakar!
Aynen doğrudur dedikleri çünkü;
Kimi doğacak çocuğunu düşünüyordur namazda, kimi bahçesindeki meyve ağaçlarını, biri onaracağı kapıyı, diğeri lokantasında pişireceği yemeği...
Biri açtır aklında yiyeceği tavuk, birinin sırtında sevdiği kadın, diğerinde de bakıma muhtaç annesi vardır.
- “Peki söyle bakalım bende ne vardı?” der, bu kez endişeyle Hoca... O da der ki:
- “Zaten en çok da sana şaştım hoca! Sırtında kocaman bir inek vardı! Meğerse efendim, hocanın ineği hastaymış, “öldü mü ölecek mi?” diye düşünürmüş namazda...

“Harâbât ehlini hor görme sakın, defineye mâlik viraneler var.”
Bildirince bildiren, yüreği olan görüyor elbet..

15 Kasım 2012 Perşembe

TEK AYAKKABI...

Ayakkabıcı, yeni getirdiği malları vitrine yerleştirirken, sokaktaki bir çocuk onu izlemekteydi. Okullar kapanmak üzere olduğundan, spor ayakkabılara rağbet fazlaydı. Gerçi mallar lüks sayılmazdı ama, küçük bir dükkan için yeterliydi. Onların en güzelini öntarafa koyunca, çocuk vitrine doğru biraz da
ha yaklaştı. Fakat bir koltuk değneği kullanmaktaydı. Hem de güçlükle.. Adam ona bir kez daha göz attı. Üstündeki pantolonun sol kısmı, dizinin alt kısmından sonra boştu. Bu yüzden de sağa sola uçuşuyordu. Çocuğun baktığı ayakkabılar, sanki onu kendinden geçirmişti.Bir müddet öyle durdu. Daldığı hülyadan çıkıp yola koyulduğunda, adam dükkandan dışarı fırlayıp:
- Küçükk!. diye seslendi. Ayakkabı almayı düşündün mü? Bu seneki modeller bir harika!. Çocuk, ona dönerek:
- Gerçekten çok güzeller!.. diye tebessüm etti. Ama benim bir bacağım doğuştan eksik.
- Bence önemli değil!.. diye, atıldı adam. Bu dünyada her şeyiyle tam insan yok ki!. Kiminin eli eksik, kiminin de bacağı. Kiminin de aklı ya da vicdanı. Küçük çocuk, bir şey söylemiyordu. Adam ise konuşmayı sürdürdü:
- Keşke vicdanımız eksik olacağına, ayaklarımız eksik olsa idi. Çocuğun kafası iyice karışmıştı. Bu sefer adama doğru yaklaşıp:
- Anlayamadım!. dedi. Neden öyle olsun ki?
- Çok basit!. dedi, adam. Eğer yoksa, cennete giremeyiz. Ama ayaklar yoksa, problem değil. Zaten orda tüm eksikler tamamlanacak. Hatta sakat insanlar, sağlamlara oranla, daha fazla mükafat görecekler...
Küçük çocuk, bir kez daha tebessüm etti. O güne kadar çektiği acılar, hafiflemiş gibiydi. Adam, vitrine işaret ederek:
- Baktığın ayakkabı, sana yakışır!. dedi. Denemek ister misin? Çocuk, başını yanlara sallayıp:
- Üzerinde 30 lira yazıyor, dedi. Almam mümkün değil ki!.
-İndirim sezonunu, senin için biraz öne alırım!. dedi adam. Bu durumda 20 liraya düşer. Zaten sen bir tekini alacaksın, o da 10 lira eder. Çocuk biraz düşünüp:
- Ayakkabının diğer teki işe yaramaz!. dedi. Onu kim alacak ki?
- Amma yaptın ha!. diye güldü adam. Onu da, sağ ayağı eksik olan bir çocuğa satarım. Küçük çocuğun aklı, bu sözlere yatmıştı. Adam, devam ederek:
- Üstelik de öğrencisin değil mi? diye sordu.
- İkiye gidiyorum!. diye atıldı çocuk. Üçe geçtim sayılır.
- Tamam işte!. dedi adam. 5 Lira da öğrenci indirimi yapsak, geri kalır 5 lira. O da zaten pazarlık payı olur. Bu durumda ayakkabı senindir, sattım gitti!.
Ayakkabıcı, çocuğun şaşkın bakışları arasında dükkana girdi. İçerdeki raflar, onun beğendiği modelin aynısıyla doluydu. Ama adam, vitrinde olanı çıkarttı. Bir tabure alıp döndükten sonra, çocuğu oturtup yeni ayakkabısını giydirdi ve çıkarttığı eskiyi göstererek
- Benim satış işlemim bitti!. dedi. Sen de bana, bunu satsan memnun olurum.
- Şaka mı yapıyorsunuz? diye kekeledi çocuk. Onun tabanı delinmek üzere. Eski bir ayakkabı, para eder mi?
- Sen çok câhil kalmışsın be arkadaş.. dedi, adam. Antika eşyalardan haberin yok her halde. Bir antika ne kadar eski ise, o kadar para tutar. Bu yüzden ayakkabın, bence en az 30- 40 lira eder.
Küçük çocuk, art arda yaşadığı şokları, üzerinden atabilmiş değildi.Mutlaka bir rüyada olmalıydı. Hem de hayatındaki en güzel rüya. Adamın, heyecandan terleyen avuçlarına sıkıştırdığı kağıt paralara göz gezdirdikten sonra, 10 liralık banknotu geri vererek:
- Bana göre 20 lira yeterli.. dedi. İndirim mevsimini başlattınız ya!..
Adam onu kıramayıp parayı aldı. Ve bu arada yanağına bir öpücük kondurdu.
Her nedense içi içine sığmıyordu. Eğer bütün mallarını bir günde satsa, böyle bir mutluluğu bulamazdı. Çocuk, yavaşça yerinden doğruldu. Sanki koltuk değneğine ihtiyaç duymuyordu. Sımsıcak bir tebessümle teşekkür edip:
- Babam haklıymış!. dedi. 'Sakat olduğum için, üzülmeme hiç gerek yok!' demişti.


Her Rüzgar Savuracak Bir Toz bulur,
Her Hayat Yaşanacak Bir Can Bulur,
Her Umut Gerçekleşecek Bir Düş Bulur
Bulunmayacak Tek Şey Senin Benzerindir
 

1 Kasım 2012 Perşembe

AVSTURALYA DEVLETİNE SAVAŞ AÇAN, 2 TANE TÜRK…

Avusturalya’nın İlk resmi, savasını, İKİ TÜRK ile yapılmıştır..
Yıl 1912, İngilizler Hindistan’ı işgal eder… Osmanlı 350 adet Leven ile Hindistana Yardıma gider Buradaki savaşlarda 40 kadar TÜRK esir düşer. Savaş bittikten sonra bu 40 Osmanlı esir askerini, İngilizler gemilerde çalıştırmaya başlarlar. Bir İngiliz gemisi Avustralya’ya geldiğinde, esir iki Osmanlı askeri gemiden bir yolunu bulup kaçarlar.
ESAS HİKAYE BUNDAN SONRA BAŞLAR….
Gemiden Kaçan İki levent…… Meslegi Dondurmacılık olan Abdullah ve Meslegi Kasplık olan Mehmet Avusturalyada Kendilerine yeni bir Hayat Kurarlar… İşleri ve kazançları iyidir ama Onların Kulagı sürekli anadoluda ve Memlektlerindedir… 

Dünya kaynamaktadır… Balkanlar, ortadogu ve İngilizlerin işgal ettiği Türk Yurtları….

İşte Tam Bu sırada(1915)Avusturalya Hükümeti, İngilizlerle birlikte Çanakkeleye ASKER çıkarmaya karar verir.

ve bizim iki Osmanlı askeri olayı duyarlar ve hemen buluşarak, durum değerlendirmesi yaparlar.
Biz TÜRK askeriyiz ve Avustralya’da yaşıyoruz. Avustralya devleti Osmanlıya savaş açmış ve bizim ülkemizi işgale gitmiş, bundan dolayı biz de Avustralya devletine savaş açalım derler.
Alırlar kağıdı, kalemi ve yazarlar:
Sayın Avustralya Yetkilileri…. (İngilizlerin sömürgesi olduğu için Dönemin Sömürge VALİSİ)

Biz iki TÜRK askeri, ülkenizde bulunuyoruz. Duyduk ki, devletimiz Osmanlıya Avustralya devleti olarak savaş açmış ve Çanakkale’ye asker göndermişsiniz. Bundan dolayı iki TÜRK askeri olarak biz de Avustralya devletine savaş açmış bulunmaktayız.

Bu bir “Osmanlı Savaş Fermanı “dır. Avusturalya’ya duyurulur....

Avusturalyalı yetkililer Bu mektubu alırlar, Okurlar ama Ciddiye almazlar……

Karahisar diyarından Tarakçıoğlu Mehmet, Karadeniz diyarından Mentesoğlu Abdullah İki Osmanlı askeri, Sidney’ in 250 km uzağında (Whıte Rock) Karlıdağlar denilen bölgede siper alırlar… Dondurmacı abdullahın Beyaz Gömlegi vardır, Kasap Mehmetinde Kırmızı Önlügü GÖMLEK VE ÖNLÜGÜ SÖKEREK 3 HİLALLİ BAYRAGI DİKERLER bu bayrak ile DÜŞMANA SAVAŞ AÇARLAR……

Avusturalyalı Yetkililer, Tren ile asker toplayıp limanlara sevketmektedir. Limanlara gelen Asker ve Mühimmat Gemilerle ÇANAKKALEYE sevk edilmektedir…..

önce virajlarda tren raylarını sökerek 3 tren devirirler. Üçüncü trende askeri mühimmat bularak silahlanırlar. Aynı bölgede 8 karakol basar ve karakollardaki askerlerin tamamını vururlar.
Ne olduğunu bir turlu çözemeyen Avustralyalılar, sonunda iki Osmanlı askerinin yazmış olduğu mektup akıllarına gelir ve bölgeye TREN ile 250 kadar asker gönderirler…. İKİ; TÜRK kendilerine savaş açmıştır… Bu savaş Avusturalyanın İlk Resmi savasıdır… Çaresiz Kalan Avusturalya devleti İlk resmi savasına girer, Karşı tarafta İKİ TÜRK... Tren ile gelen 250 kadar avusturalya askerini Pusuya düşüren İki BABAYİGİT… Trene saldırır… Ve iki Osmanlı askeri 60 kadar Avusturalya askerini öldürür… Çok şiddetli çatışmalar sonucunda, İKİ ANADOLU ASLANI bu karlı dağlarda şehit Düşer….

İki askerin şu an mezarı Sidney’e 250 km uzakta (Whıte Rock) Karlıdaglar’da ve mezarlarında,…

NUR İÇİNDE YATSINLAR…

Bu iki yigitin hakkını Teslim eden avusturalya o bölgeye Türk Kayalıkları ismini vermiştir.

NOT…: MHP İstanbul Milletvekili Rahmetli Mehmet GÜL avusturalya ziyaretinde Bu iki Yigitin Mezarlarını ziyaret etmiştir. Bu iki Yigitin Hayat Hikayesini Denizliye yaptıkları ziyaret esnasında yaklaşık 50 kişilik bir guruba ANLATMIŞTIR. HEPSİNİN MEKANLARI CENNET OLSUN...

SUSMARAM


Men bir gulam, yük altında ezilmişem, gardaşım,
Sevinç bilmez bir mahkumam, ahu-zardır sırdaşım.

Damga vurub, zencirleyib tullamışlar zindana,
Karlı-buzlu cehennemler mesken olmuşdur bana.

Mene dinme, sus deyirsen, ne vahtacan susacam,

Buhranların, hicranların, mahbesinde galacam?

Niye susum, konuşmayım, insanlıkda payım var,
Menim ana vatanımdır talan olan bu diyar.

Niye susum, konuşmayım, Türk yurdudur bu toprak,
Oğuzların, elhanların vatanında kimdir, bak!

Bu dünyada azadlığı şan şöhretten üstün tut,
Alçaklığı, yaltaklığı rezilliyi sen unut!

Nece susum, konuşmayım, men eyleyim heyanet?
Hanı sevgi, hanı vatan, de harda galdı millet?

Men bir gulam, yerim altun, suyum gümüş, özüm aç,
Atam mahkum, anam sail, elim her şeye möhtaç.

Men Türk evladıyam, derin aklım, zekam var,
Ne vahtacan çiynimizde gezecekdir yağılar?

Ne kadar ki, hakimlik var, mahkumluk var, ben varam,
Zülme garşı isyankaram, ezilsem de susmaram!

Ahmet Cevat

16 Ekim 2012 Salı

ADALET AĞLIYOR...

Yaşlı kadın yatağından kalktı.
Sabah ezanının insan ruhuna huzur veren sesi oda içinde yankılanıyordu.
88 yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle pencereye doğru yöneldi. Pencereyi açması ile birlikte odaya ezan sesi ile birlikte baharın güzel kokusu ve kuş cıvıltıları doluştu.
Penceresinden gözüken Kurtuluş Parkına bakarak yaşlı ciğerlerine sabahın ılık esintisi ile doldurdu. Abdestini aldı, sabah namazını kıldı. Mutfağa yöneldi. Çayla birlikte bir iki lokma bir şeyler atıştırdı.
Oturma odasına yöneldi. Eski bir fiskos masasının yanındaki koltuğuna ilişti.
Masanın üstü çerçeveler ile doluydu. Bir tanesine uzandı, camının üzerinde titreyen parmaklarını dolaştırdı.
Çerçevenin içindeki fotoğrafta İstiklal madalyalı kara yağız bir adamla, makyajsız olmasına rağmen güzelliği göz alan bir kadın birbirlerine bakarak gülümsüyorlardı.

Yaşlı kadın ‘Günaydın Anne, Günaydın Baba’ dedi. Usulca yerine koyduğu çerçeveye bir bakış daha attıktan sonra başka bir çerçeveyi eline aldı. Bu siyah beyaz fotoğrafta da subay üniformalı bir adamla bir gelin yan yana duruyorlardı. Yaşlı kadın çerçeveyi titreyen dudaklarla öptü. ‘Günaydın Kocacığım’ dedi. Kadın bu çerçeveyi de bıraktıktan sonra üçüncü ve son çerçeveye uzandı.

Artık gözlerinden yaş damlıyordu. Fotoğraftaki biri erkek diğeri kız çocuklara bakıp ‘Günaydın Evlatlarım’ dedi. Tüm çerçevelere kısaca göz atıp ‘Sizleri, hepinizi çok özledim’ dedi.
Gözlerinde biriken yaşları sildi. Artık ağlamak için bile yaşlı hissediyordu kendini. Ağır ağır doğrulduğu koltuğundan eski telefonuna doğru yöneldi. Ağır ağır numaraları çevirdi. Karşısına çıkan adama ‘Bir taksi istiyorum’ dedi ve adresi verdi. Kapısını kilitleyip, apartman merdivenlerine yöneldi. Yıllarca çekmediği zorluk kalmamıştı ama şimdi bu merdivenler hayatının en büyük engeli olmuştu. Ağır ve dikkatli bir biçimde iniyordu.

Sabırsızlanan taksi şoförünün çaldığı korna sokağı inletiyordu. ‘Patlama be adam’ dedi. Nihayet taksiye binebildi.

-Teyze hoş geldin’ dedi 25-30 yaşlarındaki şoför. ‘Nereye gidiyoruz?’
Kadın kısa bir sessizliğin sonunda ‘Tüm bir gün beni taşırmısın?’ diye sordu.
-Sana 500 lira veririm.’ Adam küçümser bir gülümseme ile, ‘Mal sahibi benden her gün 500 lira istiyor teyze’ dedi. Kadın gülümsedi.
-O zaman sana 650 lira vereceğim ne dersin?’
-Kurtarmaz ama senin güzel hatırını kırmayayım. İlk önce nereye gideceğiz?’
-Anıtkabir’e,
-Anıtkabir’e mi?
-‘Evet’
-‘Tamam teyzeciğim’
-‘Yaş kaç teyzeciğim?’
-‘Seksen sekiz’
-‘Maşallah Allah uzun ömür versin teyzeciğim’
-‘Allah sağlıklı mutlu ömür versin oğlum’
-‘Haklısın teyzecim’

Taksi Anıtkabir’in kapısına gelmişti. Şoför ‘Teyzeciğim geldik’ dedi. Dalgın görünen kadın ‘Evladım burada yardımına ihtiyacım var’ dedi. ‘Benimle gel’ Adam şaşırmıştı. ‘Tabii teyze’ dedi. Kuşkulu gözlerle ‘Bizi buraya alırlar mı?’ diye sordu.
O ana kadar dalgın ve yorgun görünen kadın, bir anda irkildi. Gözlerinden ateş fışkırarak ‘Ne demek almamak?
-Sen daha önce hiç gelmedin mi buraya?’ dedi
-‘Hayır’
-‘Kaç yıldır Ankara’da yaşıyorsun?’
-‘Ben Ankaralıyım teyze. Doğma büyüme’
-‘Ee o zaman’
-‘Ne bileyim bir kez okulla gelmiştik bayramda. Bayram olmayınca burası kapalı sanıyordum ben’

Kadın sinirli bir şekilde kafa salladı. Şoför utanmıştı. Mozoleye çıkan mermer merdivenlere kadar konuşmadılar. Merdivenlere geldiklerinde Şoför kuşkulu bir şekilde;
-‘Nasıl çıkacaksın Teyze?’ diye sordu.
-‘Her ay nasıl çıkıyorsam öyle’
-‘Her ay geliyormusun?’
-‘Evet’

Uzun bir uğraşla merdivenleri çıktılar. Mozoleye doğru ağır ağır ilerlediler. İçerisi çok serindi. Şoför büyük bir azimle yürümeye çalışan kadının koluna girmişti. Kadının nefes alışları sıklaşmıştı. Nihayet mozolenin önüne geldiler. Kadın şoförün kolundan ani bir hareketle kurtuldu. Çantasını açtı. Tek bir karanfil çıkardı. Mozoleye doğru ilerledi. Çiçeği mozoleye koydu. Şoför şaşkınlıkla olayı seyrederken kadının ağzından şu sözlerin döküldüğünü fark etti.
‘Hayatım boyunca sana verdiğim sözü tutmak için çalıştım’. Ağır ağır geriye çekilen kadın ellerini açıp Fatiha okumaya başladı. Şoför kısa bir şaşkınlığın ardından ona katıldı. Kadın bir anlık suskunluktan sonra, ‘Hadi gidelim’ dedi.
Geldiklerinden çok daha ağır bir şekilde arabaya döndüler. Şoför kadının durumundan endişelenmeye başlamıştı.
‘Yoruldun mu Teyze’ dedi. Kadın sustu. Bir süre suskunluktan sonra ‘Evet hem de çok yoruldum’ diye cevapladı.
-Nereye gidiyoruz?’
-‘Bankaya’!

Şoför arabasındaki kadının herhangi biri olmadığını anlamıştı. Bu yaşlı kadının Atatürk’e verdiği söz ne olabilirdi? En sonunda dayanamadı.
-‘Teyzeciğim bir şey sorabilirmiyim?’
-‘Sor bakalım evladım’
-‘Anıtkabir’de Atatürk’e bir söz verdiğinizi söylemiştiniz. O söz nedir?’
-‘Uzun hikaye evladım’
-‘Olsun be teyze anlat ne olur’

-‘Ben lisedeyken bizim okulumuza gelmişti Atatürk. Beni de ona çiçek vermek için seçmişlerdi. Çiçeği verdiğimde bana ismimi sordu. Bende ‘Adalet’ dedim. Bunun üzerine ‘Ne güzel ismin varmış’ dedi.
-‘Okulu bitirince ne olacaksın’ dedi bana. Hemşire dedim. Oda
-‘Güzel meslek ama bence sen Hakim ol ismine çok yakışır’ dedi. Ben kadından hakim olmaz ki dedim. Kaşlarını çattı,
-‘Sen istedikten sonra olur. Senden söz istiyorum hakim olacaksın’ dedi .’
-‘Sen ne dedin peki?’
-‘Mustafa Kemal emretmiş ne denir? Söz verdim.’
-‘Peki olabildin mi Adalet Teyze?’
-‘Evet ben Cumhuriyetin ilk kadın hakimlerindenim.’
-‘Vay be. Sende ne hikaye varmış Adalet Teyze’
-‘Herkesin bir hikayesi vardır evladım. Herkesin hikayesi de kendine göre değerlidir. Eğer insanların hikayelerini bilip anlayabilirsen insanlara daha anlayışlı davranabilirsin’ ‘Haklısın Adalet Teyze. Bu banka mı gelmek istediğin’?
-‘Evet’!
-‘Yardım edeyim mi? Bende geleyim mi?’
-‘Hayır. Sen burada bekle lütfen.Bu arada adın neydi evladım?’
-‘Osman teyzeciğim’
-‘Tamam Osman. Beni 45 dakika kadar sonra buradan al olur mu?’
-‘Tamam teyzeciğim’!

Adalet hanım bankadan içeri girdi. Osman öğlen saatinin geldiğini fark edip yemeğe gitti. Yemek boyunca Adalet hanımı düşündü. ‘Kim bilir neler yaşamış, neler görmüştür’ diye düşündü. Tam vaktinde bankanın önündeydi. Adalet hanım 15 dakikalık gecikme ile geldi.

-‘Hoş geldin Hakim Teyze’
-‘Çok uzun zamandır bana Hakim denmemişti.’
-‘Hoşuna gitmediyse söylemeyeyim?’
-‘Yok aksine hoşuma gitti. Sağol’
-‘Nereye gidiyoruz?’
-‘Seyranbağlarına’
-‘Tabii’
-‘Hakim Teyze çok yer gezmişsindir sen’
-‘Tüm Anadolu’yu karış karış gezdik rahmetli kocamla’
-‘Ne iş yapardı amca?’
-‘Subaydı.’
-‘Ne zaman vefat etti?’
-‘1952′de’
-‘Çok olmuş.Gençmiş’
-‘Kore savaşında şehit oldu.’
-‘Allah rahmet eylesin Hakim teyze’
-‘Sağol’
-‘Seyranbağları’na geldik nereye gideceğiz?’
-‘Sağa sap. İkinci binanın önünde dur.’
-‘Tamam.Buyur Hakim Teyze.Geleyim mi ben’ ‘Yok bekle burada’

Osman beklemeye başladı. Bir ara merak etti. Binanın uzaktan görünen levhasına baktı. ‘Seyranbağları Kız Yetiştirme Yurdu’ yazısını okudu. Anlam veremedi. ‘Bu kadın burada ne yapar ki?’ diye düşündü.
Yarım saat sonra Adalet hanım göründü. Yanında orta yaşlı kibar bir hanım vardı. Adalet hanımı arabaya ağır ağır bindirdi. Kadın
-‘Adalet Hanım size ne kadar teşekkür etsek azdır. Her zaman yanımızdasınız. Kızlarda sizi çok seviyor. Ne olur arayı çok uzatmayın. Yine gelin’ dedi.
Adalet hanım, buğulu gözlerle ‘İnşallah. Kızlara selamımı söyleyin. Bende onları çok seviyorum. Onlara iyi bakın’ dedi. Araba hareket etti.
-‘Nereye Hakim Teyze?’
-‘Hemen iki sokak öteye’

Osman iki sokak ötede bu sefer başka bir binanın önüne park etti. Bu binada da ‘Ankara Seyranbağları Huzurevi’ yazıyordu.
-‘Bekle beni’
-‘Tabii Hakim Teyze’

Yine 1 saate yakın bir bekleyişin sonunda bu sefer etrafında bir çok yaşlı kadın ve adamla çıkageldi Adalet Hanım. Sarılıp öpüştükten sonra oradan ayrıldılar. Osman dikiz aynasından Adalet Hanım’ın gözlerinden akan yaşları fark etti.
-‘İyi misin Hakim Teyze’
-‘İyiyim Osman. Eski dostları görünce insan bir hoş oluyor’
-‘Nereye gidiyoruz?’
-‘Cebeci Asri Mezarlığına’
-‘Tamam’
-‘Teyze nerelisin sen?’
-‘Aydın Sökeliyim. Babam orada pamuk ekerdi. Annem ev hanımıydı. Sonra Kurtuluş Savaşı oldu. Babam savaşa gitti. Söke işgal oldu. Biz dağlara kaçtık annemle. Saklandık dağ köylerinde. Savaş bitince Söke’ye döndük. Allah’a Şükür Babam’da sağ salim döndü savaştan.’
-‘Sonra ne oldu?’
-‘Liseye Aydın’a gönderdi babam. Orada Atatürk’le karşılaştım. Sözümü tutmak için İstanbul’a gittim. Hukuk fakültesine girdim. Orada rahmetli eşimle karşılaştım. O Harbiye’de okuyordu o zaman. Mezun olunca evlendik..’
-‘Çocuğunuz var mı?’
-‘Bir kızım bir oğlum vardı.’
-‘Neredeler şimdi?’
-‘Oğlum dışişlerinde çalışıyordu.’
-‘Ne güzel’
-‘1978′de Fransa’da Ermeniler öldürdüler.’
-‘Üzüldüm Hakim Teyze. Başın sağ olsun. O da babası gibi şehit oldu yani’ Evet. Şehit babanın şehit oğlu. Allah kimseye evlat acısı vermesin.’
-‘Amin. Ya kızın?’
-‘O eşi ve çocukları ile İzmit’te yaşıyordu. Öğretmendi. 1999′da depremde hepsi vefat ettiler.’
-‘Allah rahmet eylesin.Boş boğazlığımla üzdüm seni Hakim Teyze kusura bakma’
-‘Sanki sormasan aklımdan çıkıyorlar mı evladım. Sen üzülme sağol’
-‘Geldik Teyze’
-‘Tamam evladım. Al işte paran artık gidebilirsin.’
-‘Hakim teyze buradan nasıl döneceksin? Ben seni bekleyeyim eve bırakayım.’
-‘Yok beni alacaklar buradan’
-‘Hakim Teyze bu para fazla. Kusura bakma ben sana yalan söyledim. Taksinin sahibi benden 350 lira bekliyor. Affet beni. 350 ‘yi ona veririm. Gerisi kalsın. Bende para istemem. Bugün senden aldığım hayat dersinin parasal karşılığı yok zaten.’
-‘Çocukların var mı?’
-‘İki tane ellerinden öperler.’ Taksinin güneşliğinden çocuklarının resimlerini çıkarıp gösterdi.
-‘Adları nedir?’
-‘Kemal ve Ayşe’
-‘Oğlumun adı da Kemaldi.’ Sessizliğin ardından Osman’ın elindeki parayı ittirdi Adalet Hanım..
-‘Onlara bir şeyler al benim için. Onları okut. Ama yalansız, dolansız, çok çalışarak helal lokma ile büyüt ve okut.
Atatürk’ün bana yaptığı gibi içlerindeki gücü fark etmelerini sağla. Bir de vatanını, milletini sevmelerini öğütle onlara.’

Osman Adalet Hanımın ellerine sarılıp öptü. Ona iyi evlatlar yetiştireceğine söz verdi.
Adalet hanım mezarlığın kapısından ağır ağır içeri girerken; Osman yaşlı gözlerle onu izliyordu.
Hayatının en büyük dersini kendisi küçücük, yüreği yaşadığı acılara rağmen kocaman ve güçlü bu yaşlı kadından almıştı.
Osman arabasını mal sahibine götürmeye karar verdi. Bu gün daha fazla çalışamazdı.

Ertesi gün Ankara’da garip bir yağmur yağıyordu. Sanki gök delinmişti. Osman taksiyi mal sahibinden almış, durağa gelmişti.
Çay ocağının yanında duran gazeteyi aldı. İlk sayfadaki haberlere göz gezdirdi.
Siyaset doluydu gazete. Hiç anlamazdı. Sıkılıp adli olayların yer aldığı üçüncü sayfayı açtı. Taksiciler arkadaşları ile ilgili kötü haberleri genellikle oradan alırlardı.
Göz gezdirirken bir haber dikkatini çekti:
’Dün gece geç saatlerde Cebeci Asri mezarlığında bulunan cesedin Cumhuriyet tarihinin ilk Kadın Hakimlerinden Adalet YILMAZ’a ait olduğu belirlendi. Adalet YILMAZ’ın bulunduğu yerdeki mezarların eşine ve oğluna ait olduğu belirlendi. YILMAZ vefat ettiği gün bankadaki tüm parasını çektiği, bu parayı ikiye bölerek Seyranbağları’ndaki bir kız yetiştirme yurdu ile bir huzurevine bağışladığı belirlendi. Polis, Adalet YILMAZ’ın mezarlığa ölmek için gittiğini düşünüyor.’

Osman bir anda sarsıldı. Gözyaşlarına engel olamıyordu. Taksici arkadaşları hiçbir şey anlamadılar.
Bir daha da hiç anlatmadı Osman bu yaşadıklarını.
Herkesin tek bildiği Osman’ın bardaktan boşanırcasına yağan yağmur altında
’Gökler bile sana ağlıyor’ diyerek ağladığıydı..

İşte bu günlerde de adalet ağlıyor.

15 Ekim 2012 Pazartesi

Bayan Mediha ve Küçük Mustafa'nın Hikayesi


Okulun ilk gününde 5. sınıfın önünde dururken, öğretmen çocuklara bir yalan söyledi. Çoğu öğretmen gibi, öğrencilerine baktı ve hepsini aynı derecede sevdiğini söyledi. Ancak bu imkansızdı, çünkü ön sırada oturduğu yerde bir yana kaykılmış ismi Mustafa Yılmaz olan bir erkek çocuk vardı.
Bayan Mediha bir yıl önce Mustafa yı izlemişti ve diğer çocuklarla iyi oynamadığını, elbiselerinin kirli olduğunu ve sürekli olarak kirli dolaştığını gözlemişti. İlave olarak Mustafa tatsız olabiliyordu. Bu öyle bir noktaya geldi ki, Bayan Mediha onun kağıtlarını büyük bir kırmızı kalemle işaretlemekten, kalın çarpılar (x) yapmaktan ve kağıdın üstüne büyük? F? (en düşük derece) koymaktan zevk alır oldu.
Bayan Mediha nın okulunda, her çocuğun geçmiş kayıtlarını incelemesi gerekiyordu ve Mustafa nın kayıtlarını en sona bıraktı. Ancak, onun hayatını gözden geçirdiğinde, bir sürpriz ile karşılaştı.

Birinci sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı:
Mustafa gülmeye hazır parlak bir çocuk. Ödevlerini derli toplu ve temiz yapıyor ve çok terbiyeli. Onun etrafta olması çok eğlenceli?

İkinci sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı:
Mustafa mükemmel bir öğrenci, sınıf arkadaşları tarafından çok seviliyor, ama annesinin ölümcül bir hastalığı olduğu için sıkıntı içinde ve evde ki yaşamı mücadele içinde geçiyor.?

Üçüncü sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı:
Mustafa nın annesinin ölümü onun için çok zor oldu. Mustafa elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyor, ama babası ona ilgi göstermiyor ve eğer bazı adımlar atılmazsa evde ki yaşamı yakında onu etkileyecek.

Dördüncü sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı:
Mustafa içine kapanık ve okulda derslere çok fazla ilgi göstermiyor. Çok fazla arkadaşı yok ve bazen sınıfta uyuyor.
Bunları okuyunca, Bayan Mediha problemi kavradı ve kendinden utandı.

Öğrencileri ona güzel kurdelelerle ve parlak kağıtlara sarılmış hediyeleri getirdiğinde bile çok kötü hissediyordu. Mustafa nın hediyesini alıncaya kadar bu böyle devam etti.
Mustafa'nın hediyesi bir marketten aldığı kalın, kahverengi ambalaj kağıdı ile beceriksizce sarılmıştı.
Bayan Mediha onu diğer hediyelerin ortasında açmaktan acı duydu. Bayan Mediha pakette taşlarından bazıları düşmüş yapma elmas taşlı bir bilezik ve çeyreği dolu olan bir parfüm şişesini çıkarınca çocuklardan bazıları gülmeye başladı. Ama o bileziğin ne kadar güzel olduğunu haykırdığında çocukların gülmesi kesildi. Bileziği taktı ve parfümü bileklerine sürdü. Mustafa, o gün okuldan sonra öğretmenine şunu söylemek için kaldı.

Öğretmenim bugün aynı annem gibi kokuyordunuz.

Çocuklar gittikten sonra, Bayan Mediha en az bir saat ağladı. O günden sonra, okuma, yazma ve aritmetik öğretmeyi bıraktı. Bunun yerine, çocukları eğitmeye başladı. Bayan Mediha, Mustafa ya özel ilgi gösterdi. Onunla çalışırken, zihni canlanmaya başlıyor görünüyordu. Onu daha fazla teşvik ettikçe, daha hızlı karşılık veriyordu. Yılın sonuna kadar Mustafa sınıfta ki en zeki çocuklardan biri oldu ve tüm çocukları aynı derecede sevdiğini söylemesine rağmen, Mustafa onun gözdelerinden biri idi.

Bir sene sonra, Bayan Mediha kapısının altında Mustafa dan bir not buldu, ona hala tüm yaşamında sahip olduğu en iyi öğretmen olduğunu söylüyordu.

Altı yıl sonra Mustafa dan bir not daha aldı. Liseyi bitirdiğini, sınıfında üçüncü olduğunu ve onun hala hayatındaki en iyi öğretmen olduğunu yazmıştı.

Bundan dört yıl sonra, bazı zamanlar zor geçmesine rağmen okulda kaldığını, sebatla çalışmaya devam ettiğini ve yakında kolejden en yüksek derece ile mezun olacağını yazan başka bir mektup aldı. Yine Bayan Mediha nın tüm yaşamında ki en iyi ve ne favori öğretmen olduğunu yazmıştı. Sonra dört yıl daha geçti ve başka bir mektup geldi. Bu kez fakülte diplomasını aldıktan sonra, biraz daha ilerlemeye karar verdiğini açıklıyordu. Mektup onun hala karşılaştığı en iyi ve en favori öğretmen olduğunu açıklıyordu. Ama simdi ismi biraz daha uzundu. Mektup söyle imzalanmıştı...

Prof. Dr. Mustafa Yılmaz ( Tıp Doktoru)


Öykü burada bitmiyor. Görüyorsunuz, ortaya çıkan başka bir mektup var.
Mustafa bir kızla tanıştığını ve onunla evleneceğini söylüyordu. Babasının birkaç hafta önce vefat ettiğini açıklıyordu ve evlenme töreninde Bayan Mediha'nın damadın annesine ayrılan yere oturup oturamayacağını soruyordu.
Şüphesiz Bayan Mediha bunu kabul etti. Ve tahmin edin ne oldu?
Taşları düşmüş olan o bileziği taktı. Dahası, Mustafa nın annesinin süründüğü parfümden sürdü.
Birbirlerini kucakladılar ve Dr. Mustafa, Bayan Medihanın kulağına şöyle fısıldadı, "Bana inandığınız için teşekkür ederim, öğretmenim. Bana önemli olduğumu hissettirdiğiniz ve bir fark meydana getirebileceğimi gösterdiğiniz için çok teşekkür ederim"
Bayan Mediha, gözlerinde yaşlarla fısıldadı, söyle dedi,
"Mustafa, yanlış şeylere sahiptim. Bir fark meydana getirebileceğimi bana öğreten sensin. Seninle tanışıncaya dek, nasıl öğreteceğimi bilmiyordum".

14 Ağustos 2012 Salı

ATATÜRK VE DİN




“Türk milleti daha dindar olmalıdır... Dinime bizzat gerçeğe 
nasıl inanıyorsam, öyle inanıyorum.”

Mustafa Kemal Atatürk

Atatürk'ün din anlayışı ve din konusunda izlediği politika, onyıllardır bazı çarpık yorumların ve yanlış anlamaların hedefi olmuş bir konudur. Kendi materyalist felsefelerini Atatürk'e mal ederek meşrulaştırma çabası içine giren bir kısım din aleyhtarı marksist çevreler, Büyük Önder'in laiklik ilkesini "din aleyhtarlığı" gibi yorumlamaya çalışmışlardır ve halen de bu çabayı sürdürmektedirler. Oysa tarihsel gerçekleri, Atatürk'ün dine bakışını ve uyguladığı din politikasını incelediğimizde, çok daha farklı bir tablo ile karşılaşırız: Atatürk, hem son derece samimi bir dindardır, hem de Türk milletini ayakta tutan değerlerin başında gördüğü dinin toplum tarafından anlaşılması ve doğru uygulanması için büyük bir çaba göstermiştir.

Atatürk'ün Dindarlığı

Atatürk, Allah'a ve İslam'a inanan samimi bir dindardır. Pek çok sözünde ve tavrında bunu görebilmek mümkündür. Büyük Önder, birçok konuşmasında, samimi ve içten bir şekilde Allah'tan, İslam'dan ve Kuran'dan saygı ve bağlılıkla bahsetmiştir. Hz. Peygamberimizi övmüş ve Türk milletine, gerçek dine sarılmayı ve daha dindar olmayı tavsiye etmiştir.
Atatürk, 7 Şubat 1923 tarihinde, Balıkesir'deki Paşa Camii'nde verdiği hutbede kendisini dinleyenlere İslam'ın yüceliğini şöyle açıklamıştır:  
"Ey millet, Allah birdir, şanı büyüktür. Allah'ın selameti, sevgisi üzerinize olsun. Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri Allah tarafından insanlara dini gerçekleri duyurmaya memur ve elçi seçilmiştir. Bunun temel esası, hepimizce bilinmektedir ki, Yüce Kuran'daki anlamı açık olan ayetlerdir. İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz son dindir. En mükemmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor ve uygun düşüyor." (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, cilt 2, S.93)
Büyük Önder, 1926 yılında ise Ali Rıza Ünal isimli yakınına, Hz. Muhammed hakkında şunları söylemiştir: "O Allah'ın birinci ve en büyük kuludur. Onun izinde bugün milyonlarca insan yürüyor. Herkesin adı silinir fakat O sonsuza kadar ölümsüzdür." (Prof. Dr. Utkan Kocatürk, Atatürk'ün Fikir ve Düşünceleri, sf.135)
Benzeri şekilde, Atatürk, Türk milletinin dindar olması ve dini değerlerini muhafaza etmesi gereğini “Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliğiyle dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime bizzat gerçeğe nasıl inanıyorsam, ona da öyle inanıyorum. Bilince ters, ilerlemeye engel hiçbir şey içermiyor” sözleriyle teşvik etmiştir. (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, cilt 3, S. 30 )
Aşağıdaki sözler de ona aittir:  
"Milletimiz, din ve dil gibi kuvvetli iki fazilete sahiptir. Bu faziletleri hiçbir kuvvet milletimizin kalp ve vicdanından çekip alamamıştır ve alamaz." (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, cilt 2, sf. 66)
"Büyük bir inkılap yaratan Hazreti Muhammed'e karşı beslenilen sevgi, ancak onun ortaya koyduğu fikirleri, esasları korumakla tecelli edebilir." (Şemsettin Günaltay, Ülkü Dergisi, sayı 100, sf.4)
"Camilerin mukaddes minberleri halkın ruhi, ahlaki gıdalarına en yüksek, en verimli kaynaklardır. Minberlerden halkın anlayabileceği dille ruh ve beyne hitap edilmekle müslümanların vücudu canlanır, beyni temizlenir, imanı kuvvetlenir, kalbi cesaret bulur." (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, cilt 1, sf. 225)
Atatürk'ün, İslam Dini'ni, Kuran-ı Kerim'i, Hz. Peygamberi ve dini müesseseleri öven tüm bu sözleri, O'nun dinimize olan içten bağlılığını gösteren somut ve tartışılmaz belgelerdir. Bu bağlılık, sadece sözlerinde değil, uygulamalarında da açıkça görülür. Haftanın belli günlerinde, Sadettin Kaynak, Niyazi Ahmet Banoğlu, Mısırlı İbrahim, Hafız Yaşar, Hafız Rıza, Hafız Fahri, Hafız Kemal ve Hafız Nubar gibi döneminin en önde gelen hafızlarını çağırarak Kuran-ı Kerim okutturmuş ve okunan ayetlerin tefsir ve açıklamalarını yaptırmıştır. Atatürk bu açıklamaları ilgiyle izlemiş ve zaman zaman kendisi de sorular sorarak katılmıştır.
 Atatürk'ün dindar kişiliğini gösteren sözlerinden en anlamlı olanı ise, kuşkusuz vefat etmeden önceki son sözleridir. Başbakan kanalıyla tüm dünyaya açıkladığı ve Türk milletine manevi bir vasiyet niteliği taşıyan bu son sözlerinde Atatürk şunları söylemiştir:
                  
"Bütün dünyanın müslümanları Allah'ın son peygamberi Hz. Muhammed'in gösterdiği yolu takip etmeli ve verdiği talimatları tam olarak tatbik etmeli. 

Tüm müslümanlar Muhammed'i örnek almalı ve kendisi gibi hareket etmeli; İslamiyet'in hükümlerini olduğu gibi yerine getirmeli. Zira ancak bu şekilde insanlar kurtulabilir ve kalkınabilirler. (Nedim Senbai, Atatürk, A.Ü. Dil, Tarih, Coğrafya Yay., sf. 102, 1979)

Atatürk'ün Dine Hizmetleri

Atatürk'ün kişisel dindarlığı, uyguladığı din politikasında da etkili olmuştur. Büyük Önder'in Cumhurbaşkanı sıfatıyla Türkiye'yi yönettiği 15 yıllık süreye baktığımızda, dinin doğru anlaşılması ve yaşanması için ciddi bir çaba gösterdiğini görebiliriz.
Atatürk bu amaçla Diyanet İşleri Başkanlığı'nı oluşturmuştur. Halihazırda müslümanların dini hizmetini yürüten Diyanet İşleri Başkanlığı, bugün onbinlerce kişilik kadrosuyla, müslüman Türk milletine yıllardan beri dinimizin esaslarını öğretmektedir.
Atatürk, Kuran'ın Türk toplumu tarafından anlaşılması ve dolayısıyla uygulanması için büyük çaba göstermiştir. 1924-1938 yılları arasında, Kuran tefsiri ve meali olarak 9 büyük eser hazırlanmıştır. Dönemin en önde gelen din alimlerine hazırlattırılan ve çok titiz çalışmaların ürünü olan bu eserlerin hepsi, bugün de en muteber kaynaklar arasında yer almaktadırlar.
Atatürk'ün Türkiye Cumhuriyeti'ne kazandırdığı laiklik ilkesini "din aleyhtarlığı" gibi yorumlamaya çalışan materyalist grupların büyük bir çarpıtma yaptıkları ise açıktır. Laikliğe din aleyhtarlığı gibi bir anlam verilmesi, ancak söz konusu grupların özenip örnek aldıkları komünist rejimlerde olur. Stalin'in Sovyetler Birliği'nde, Enver Hoca'nın Arnavutluk'unda ya da Mao'nun Kızıl Çin'inde görülür. Batılı anlamda laiklik, tüm vatandaşların dini inançlarını ve bunların gereklerini istedikleri gibi yerine getirebilmeleri özgürlüğüdür. Kaldı ki Atatürk, söz konusu laiklik anlayışından bir adım daha ileri giderek, Türkiye Cumhuriyeti'ne "İslam dininin doğru anlaşılması ve yaşanması için" çaba harcamayı da bir görev olarak yüklemiştir.
Bu çalışmaların, dini ortadan kaldırmak değil, aksine dini inancı toplumda yaymak ve güçlendirmek, öte yandan din adına yapılacak yanlış yorumları engellemek amacı güttüğü açıktır. Atatürk'ün "dini kurum" olarak tanımlanan merkezlerin kapatılması—tekke, türbe ve zaviyeler—yönündeki girişimlerinin amacı da, bu kurumların dejenere olmuş ve dini inançlar yerine hurafeleri savunur hale gelmiş olduklarını görmesidir. Yani bu köhne kurumların tasfiyesi de, yine dine destek olmak amacıyla yapılmış hareketlerdir.
Unutulmamalıdır ki, bugün ülkemizin binlerce camisinde müslümanlar ibadetlerini rahatça yerine getirebilmekte, minarelerden ezanlar okunmakta, milletimizin iradesi Atatürk'ün 1920 yılında dualarla açtığı Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde serbestçe tecelli etmekte ve bayrağımız özgürce dalgalanmaktadır. Şüphesiz ki, bunların tümü, Atatürk'ün sayesinde mümkün hale gelmiştir.
Bu hizmetler nedeniyledir ki, Atatürk vefat ettiğinde, dönemin Hindistan İslam Birliği Başkanı olan ve daha sonra Pakistan Devleti'nin kuruculuğunu yapan Muhammed Ali Cinnah, üzüntüsünü "O'nunşahsında yalnız İslam alemi değil, bütün dünya en büyük insanlardan birini kaybetti" ifadeleriyle dile getirmiştir. (Prof. Dr. İsmet Giritli, Atatürk, Laiklik ve Din, Rönesans Dergisi, Şubat 1991, sf.20)

Atatürk, İslam’a inanan samimi bir dindar olarak laikliği din ve vicdan özgürlüğünün temeli olarak kabul etmiştir.

Sonuç

Atatürk'ün bize bıraktığı miras, her konuda olduğu gibi, din ve laiklik konusunda da modern Türkiye için yol göstericidir.
Bugün Türkiye'de din ve laiklik adına iki farklı kamp oluştuğu, bu kamplar arasında ciddi bir gerilim yaşandığı bir gerçektir. Ama bu yapay gerilim, Atatürk'ün uyguladığı formülle çözümlenebilir. Atatürk, İslam'a inanan samimi bir dindar olarak, laikliği din ve vicdan özgürlüğünün temeli olarak kabul etmiştir. "Gericilik" olarak tanımlanan tehlikenin ise dinin kendisinden değil, dine sokulan hurafelerden, batıl inanışlardan ve çarpık yorumlardan kaynaklandığını görmüş ve bunları dinden temizlemek için çaba göstermiştir.
Bize düşen görev, Atatürk'ün de yaptığı gibi, hurafalere ve batıl inanışlara karşı gerçek İslam'ı savunarak ve öğreterek mücadele etmek, öte yandan da Atatürk'ün mirasını "din aleyhtarlığı" gibi göstermek isteyen materyalist/marksist odaklara karşı tavır almaktır. 75. zafer yılına ulaşmış olan Cumhuriyetimizi nice 75 yıllara taşıyacak olan formül budur.
 
ATATÜRK DİYOR Kİ:
"DİNSİZ MİLLETLERİN DEVAMINA İMKAN YOKTUR"
Atatürk'ün "dinsiz milletlerin devamına imkan yoktur" sözüyle, İslam'ın Türk Milleti'nin bekası için taşıdığı önemi vurguladığı, bilinen bir gerçektir. Tarihsel ve toplumsal gerçeklere baktığımızda, bu sözün çok doğru olduğunu açıkça görürüz.
Bir milletin fertlerini birbirine kenetleyen en güçlü bağ dindir. Tarih, ne kadar zor şartlar altında olursa olsun dini ve milli değerlerine sahip çıkan milletlerin her zaman ayakta durabildiğine dair sayısız örnekle doludur. Diğer taraftan dini bağları zayıf, hatta dinsiz toplumlar tarih sahnesinde çok kısa süreler boyunca yer alabilmişler ve zaman içinde asimile olup gitmişlerdir. 
Peki bunun sebepleri nedir?
1) Din, bir ahlak sistemi ve yaşayış biçimidir. İnsanlara doğruyu ve yanlışı açık olarak öğrettiğinden dolayı, dini değerlere sahip biri, iyiyle kötüyü birbirinden ayırmasını bilir. Dinin varolmadığı bir ortamda ise yardımlaşma, dürüstlük, hoşgörü, adalet, fedakarlık gibi değerlerin hiçbirinden söz etmek mümkün olmaz. Din yoksa, ahlak da yoktur; dürüstlük, fazilet, adalet de yoktur. Bu, kuşkusuz toplumun çürümesi ve yokolması anlamına gelir. 
2) İnsanı insan yapan ahlaki değerler geçerliliğini yitirdiği ve yokolduğu taktirde, toplumun her kesimi ve her ferdi bundan nasibini alır. Her birey sadece kendisini umursayan ve diğer hiç kimseyi önemsemeyen birer ayrı "parça" haline gelir. Tümüyle dini bir kurum olan aile ve yine kaynağı din olan evlilik müessesesi ortadan kalkar.
3) Bu çark bir kere işlemeye başladığı taktirde, devletin oturmuş düzenini ve milletin yerleşmiş dokusunu da akıl almayacak şekilde tahrip eder. Çünkü devlete bağlılık, vatan sevgisi gibi üstün vasıflar yine dini inançların sonucunda gelişmiş özelliklerdir. Dini olmayan, dolayısıyla vicdani duyguları gelişmemiş bir insanın milletini, bayrağını sevmesi, devletine hizmet şuuru içinde çalışması, karşılık beklemeden gece gündüz vatanı için nöbet beklemesi elbette düşünülemez.
4) Dine inancın ortadan kalkışının bir başka tehlikeli yönü, insanların yavaş yavaş psikolojik sorunlara mağlub olmaya başlamasıdır. Suç oranlarındaki artış, içki ve uyuşturucuya yöneliş, fuhuş patlaması, huzursuzluk ve çatışma ortamı toplumun psikolojik açıdan yıprandığının en somut alametleridir. Sosyal adaletsizlik ve ekonomik sıkıntılarla beslenen bu gerilim, kısa süre içinde adeta toplumsal bir cinnete dönüşür ve bunun sonucunda da toplum parçalanır. 
5) Dini değerlerin, marksizm, anarşizm gibi bölücü ve terörist ideolojilere karşı en sağlam engeli teşkil ettiği tarih boyunca birçok tecrübeyle kanıtlanmıştır. Dini değerlerin ortadan kalkması halinde, kökeni marksist ideolojiye dayanan anarşi ve terörün hortlaması, terör örgütlerinin güçlenerek taraftar toplaması ve milli birliğimizi tehdit etmesi kaçınılmaz olacaktır.
Örneğin Türkiye'yi ele alacak olursak, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'daki dindar vatandaşlarımız, komünizmin dine büyük bir düşmanlık beslediğini bilmekte, komünizmden ve dolayısıyla bölücü komünist örgütlenmelerden uzak durmaktadırlar. Nitekim, bunun bilinciyle devletimiz de bu bölgede, halkın dindar olmasını ve dini değerlerini muhafaza etmesini teşvik etmektedir. 
Tüm bunlara ve Atatürk'ün belirttiği "dinsiz milletlerin devamına imkan yoktur" sosyolojik gerçeğinin tarihteki somut delillerine dayanarak söyleyebiliriz ki, Türkiye'nin bekası için dini kimliğimizin korunması ve güçlendirilmesi hayati öneme sahiptir.
Büyük Önder Atatürk'ün tespit ettiği bu gerçek, geleceğimizin de şekillenmesinde büyük rol oynayacaktır. 2000'li yılları modern, çağdaş ve refah düzeyi yüksek bir Türkiye olarak karşılamak isteyenler, bunun ancak dini kimliğimizin korunması ile gerçekleşebileceğini bilmelidirler.

11 Ağustos 2012 Cumartesi

“NE MUTLU... TÜRK'ÜM DİYENE”

Bi Alman, bi Fransız, bi İngiliz, bi Türk, ıssız bi adaya düşmüşler…
Türk olanı “beyler lütfen bundan böyle fıkralarınızda bana Türk demeyin, Ermeni deyin” demiş!
Japon de.
İspanyol de.
Yunan de.
Gözünün yağını yiyim…
Türk deme.
“LEYLEKLER GETİRDİ”
Anket yapmıştı gazetenin biri…
“Biz Kimiz?” diye.
Halbuki cevap belliydi…
“Sizi leylekler getirdi.”
“TÜRKLER ETNİK GRUP” DİYEN BİLE OLDU
Bi başka gazte, kerameti kendinden menkul çakma profesörlere DNA testi yaptırmış… Atalarımızın olsa olsa Truvalı olduğunu tespit etmişti.
İyonyalı diyen bile oldu.
Ama en şahanesi şuydu:
“Türkler etnik grup…”
Aslına bakarsanız, babasının kim olduğundan şüphelenen gazteler için yüklü tiraj vesilesiydi. “Tarot falıyla kim olduğunu öğren” kampanyası yapılabilirdi. Gönderiyorsun doğum tarihini, ananın kızlık soyadını, rumuz cami avlusu… Kart açıp, açıklıyorlar:
“Müjde, İtalyansınız.”
Veya…
“Yükselen burcu başak olan kova’lar, bu hafta kendini Afganistanlı, Pakistanlı gibi hissedebilir ama, sevdiğinizden alacağınız sürpriz bi haber karmaşık duygular içine girmenize sebep olacak, Danimarkalı olmak için güçlü arzular hissedeceksiniz.”
TÜRK’ÜM DİYEMİYORSAN TEDAVİSİ MÜMKÜN
Ya da doktor tavsiyesi…
“İlla patolojik olmayabilir, ailevi sebeplerle Türk’üm diye sakın üzülmeyin, tedavisi mümkün.”
Hatırlarsınız, bi ara da “Türkiyeli”ye takmışlardı kafayı… Neymiş efendim, Türkiye topraklarında doğmamız yeterli onurmuş, Türk demiyelimmiş, Türkiyeli diyelimmiş filan.
O ZAMAN MUSTAFA KEMAL TÜRKİYELİ DEĞİL
E bu topraklarda doğmaksa şart…
Mustafa Kemal, Türkiyeli diil o zaman…
Di mi şekerim?
İNSAN OL CANIMI YE
Netice itibariyle…
Alt kimlik üst kimlik diye, paldır küldür, altını üstüne getirirsen memleketin, olacağı budur.
İnsan ol, canımı ye.
Ama utanmadan…
Hümanist ayaklarına yatıp.
Eveleyip geveleme.
Açık açık söyle şuursuz cüce.
Kim’liğimi kaybettim… Hükümsüzdür de.

6 Ağustos 2012 Pazartesi

Geleceğin Suçlusunu Yetiştirmenin 8 Basit Kuralı.!

1) Küçükken daha, çocuğa ne isterse vermeye başla !
Ki, herkesin onun geçimini sağlamakla mükellef olduğuna inansın...
2) Fena sözler söylediğinde gül !
Ki, kendisinin akıllı olduğuna inansın...

3) Ona düşünmeyi, beynini kullanmayı öğretme sakın !
Bırak, onsekizine gelince kendisi karar versin...
4) Yerde bıraktığı her şeyi kaldır:kitaplarını, giysilerini, pabuçlarını... Onun için her şeyi sen yap !
Ki, sorumluluklarını hep başkalarına yüklesin...
5) Onun önünde sık sık kavga et !
Ki, ailelerin parçalanmasını normalleştirsin ...
6) Ona istediği kadar harçlık vermekten kaçınma !
Asla kendi parasını kazanmanın ne demek olduğunu öğrenmesin...
7) Yiyecekmiş, içecekmiş, konformuş, tüm arzularını
yerine getir ! Ki, istediklerini her zaman elde etmeye şartlansın...
8) Komşulara, öğretmenlere, polise, vs. karşı hep onun tarafında ol !
Ki, hatalı olduğu söyleyen herkese karşı ön yargılarla davransın...
Üstün DÖKMEN

BUYRUN SİZLERE BELGE, KANIT VE DELİL. İŞTE ASLI ERMENİ OLAN SAHTE KÜRTLERİN KİMLİKLERİ ...

BUYRUN SİZLERE BELGE, KANIT VE DELİL.
İŞTE ASLI ERMENİ OLAN SAHTE KÜRTLERİN KİMLİKLERİ ....

Bu namussuz Batılıların hepsi TÜRK'e ve MÜSLÜMAN'a düşmandır!.. Onları hizaya getirmeden TÜRKİYE'de terörün sona ermesi zordur! Üstelik bunlar "Kürtler'e Özgürlük" derken terör örgütlerinde Ermeniler'i ve Süryaniler'i kullanırlar. PKK'nın 35.000 kişinin kanını ellerinde ve olmayan vicdanında taşıyan Ermeni
asıllı Artin Agopyan (APO) adlı liderinin dışında:

- "Parmaksız Zeki" kod adlı Şemdin Sakık, Ermeni'dir. Babaannesinin Ermeni olduğunu kendisi açıklamıştır.

- Bölücü Kürt partisi milletvekili Sırrı Sakık ta Ermeni'dir.

- Bölücü Kürt partisi sözde "eşbaşkanı" Emine Ayna, "Emine" değil, katıksız Ermeni'dir.

- PKK'nın önderlik ettiği, şimdi pek adı duyulmayan "sürgünde Kürdistan hükümeti" delegesi, 1959-Silvan doğumlu Semra Bakır, Ermeni'dir.

- Semra'nın kardeşi Orhan Bakır'ın asıl adı Armenak'tır. Ermeni terör örgütü TİKKO mensubu idi, Örgütün merkez komitesine kadar yükselen Orhan Bakır, güvenlik güçleriyle girdiği çatışmada öldürülmüştür.

- 1977-Silvan doğumlu Bülent Bakır Ermeni'dir.
- "Sürgündeki hükümet" delegesi Meryem Tabaş Ermeni'dir. Dedesi Hokar, ninesi Haykanuş'tur.

- "Zazan Bertin" kod adlı 1980-Silvan doğumlu Ruşen Tapancı Ermeni'dir. Dedesinin adı Ohanis'tir. "Mavi Çarşı"nın yakılması eylemine katılmıştır.

- 1975 doğumlu Yusuf Cihangir Ermeni'dir. Dedesinin adı Vartan'dır.

- 1965-Karakaçan doğumlu Adnan Dizin Ermeni'dir. Dedesinin adı Kirkor'dur.

- 1970-Siirt doğumlu Nihat Türksoy, hiç de TÜRK soylu değildir, Ermeni'dir. Dedesinin adı Serkis, ninesinin adı Zerdo'dur.

- 1977-Bozova doğumlu Mehmet Güzel Eermeni'dir. Dedesinin adı Mıgırdıç, ninesinin adı İlsevik'tir.

- "Cihan" kod adlı, 1974-Pertek doğumlu Akif Yadigâroğulları Ermeni'dir. Büyük dedesi Apkar, ninesi Maryam'dır.

- 1973-Ömerli doğumlu Metin Gümüş Ermeni'dir. Büyük dedesi Artin, ninesi Dihram'dır.

- 1948-Palu doğumlu Zülküf Demirtaş Ermeni'dir. Bu hıristiyan herif, "HADEP İmamlar Birliği" üyesi olmuştur!..

- 1978-Silvan doğumlu Sidar Şimşek Ermeni'dir. DEHAP ilçe teşkilatında görev yapmıştır. Büyük dedesi Bedros, ninesi Luşin'dir.

- 1977-Diyarbakır doğumlu Mehmet Sami Geniş Ermeni'dir. Uyuşturucu madde kaçakçısıdır. Yakalanıp, 11/12/2002 tarihinde İstanbul; 6. DGM mahkemesinde CK/405 ve CK/403 : Uyuşturucu madde ticaretinden yargılanarak 6 yıl 8 ay ağır hapis cezasına çarptırılmıştır. Büyük dedesi Serkis, ninesi Şuşi'dir.

- 1975-Afşin doğumlu Özgür Erbil Ermeni'dir. Sahte belgeler ile yurtdışına çıkmıştır. Almanya'da, uyuşturucu tâciridir. Büyük dedesi Akup (agop), ninesi Lüsye'dir.

- 1977-Silvan doğumlu Orhan Olsen Ermeni'dir. Büyük dedesinin adı İliyo, ninesinin adı Mari'dir. Sahte çürük raporu alarak askere gitmemiştir.

- 1968-Muş doğumlu Kutbettin Akşula Ermeni'dir. 1992 yılında Muş ilinde PKK terör örgütüne maddî yönden destek sağlamak amacıyla silah kaçakçılığı yapmaktan tutuklanmıştır. Büyük dedesi Vartan, ninesi Zelha'dır. Sahte çürük raporu alarak askere gitmemiştir.

- 1979-Yurtbeyi doğumlu Barış Başak Ermeni'dir. Büyük ninesinin adı Kotine'dir. DTP kurucu üyesidir.

- 1953-İdil doğumlu Abdülaziz Özdemir Ermeni'dir. Dedesi Yusuf, ninesi Kazo'dur. 21.2.1991 günkü çatışmada ölü ele geçirilmiş, sünnetsiz olduğu tesbit edilmiştir.

- 1972-Siverek doğumlu Levent Kayadağ Ermeni'dir. Dedesi Mikdat, ninesi Havuş adındadır. 16.10.1993 günü çatışmada ölü ele geçirilmiş, sünnetsiz olduğu görülmüştür.

- 1954-Beştüşşebap doğumlu Mehmet Öztunç Ermeni'dir. Dedesinin adı Musa, ninesinin adı Miran'dır. PKK'ya yardım ve yataklıktan tutuklanmış, sünnetsiz olduğu tesbit edilmiştir. Daha sonra HADEP Antalya İl Kurulu'na seçilmiştir.

- 1977-Karayazı doğumlu İdris Sefil Ermeni'dir. Terörden hapis yatmış, sonra bir ara Konya HADEP Gençlik Komitesi üyeliği yapmıştır. Sahte çürük raporu alarak askere gitmemiştir.

- İdris'in akrabası Ersin Sefil de Ermeni'dir. Kuzey ırak'ta çatışmada öldürülmüştür.

- 1974-Hazro doğumlu Haci İçer'in hacılıkla hocalıkla alâkası yoktur, Ermeni'dir. Dedesi Ali, ninesi Gule'dir. HADEP Hazro İlçe Yönetim Kurulu üyesi idi. O da sahte çürük raporu alarak askere gitmemiştir.

- 1973-Yaylayanı doğumlu Dilâver Öncü Ermeni'dir. HADEP Konak Şubesi Yönetim Kurulu üyesi idi. Izmir'de misyonerlik faaliyetinde bulunmuş, kilisede vaaz vererek hıristiyanlık propogandası yapmıştır.

- 1965-Firke doğumlu Edip Yıldız Ermeni'dir. Büyük dedesi Ğaço, ninesi Rihan'dır. HADEP Parti Meclisi üyesi idi. PKK'lı suçluların avukatlığını yapmaktadır. Nevşehir E tipi cezaevinde yatan PKK terör örgütü mensubu Nimet Can'ın avukatlığını yapmıştır.

- 1964-Benek doğumlu Haşim Benek Ermeni'dir. Büyük dedesinin adı Şiho, ninesinin adı Kitro'dur. 16.03.1985 günü Şırnak ilçesi Dereler Köyü civarında, Eşek Mağaraları mevkiinde güvenlik kuvvetleri ile teröristler arasında çıkan çatışmada sağ olarak ele geçirilmiş ve Diyarbakır mahkemesinde CK/168 : yasadışı silahlı örgüt kurmak veya katılmaktan yargılanmıştır. Hapis yatmış, sonra DEP Antalya-Muratpaşa Belediye Encümeni adayı olmuştur.

- 1954-Kamberşeyh doğumlu Mahmut Hakkı Eşiyok Ermeni'dir. Büyük dedesinin adrı Hokar, ninesinin adı Haykanuş'tur. HADEP İstanbul il teşkilatı sekreterliği yapmıştır.

- 1959-Urfa doğumlu İzzettin Kalaycı Ermeni'dir. 11.07.1986 tarihinde Diyarbakır 1. Asm mahkemesinde CK/168 : Yasadışı silahlı örgüt kurmak veya katılmaktan yargılanarak 8 yıl 8 ay hapis yatmış, sonra Şanlıurfa HADEP il teşkilatında görev almıştır. 23.06.1996 tarihinde Ankara'daki HADEP 2. olağan kongresinde Türk bayrağının indirilerek sözde PKK bayrağı asılması olayına karışmıştır.

- 1948-Kölük doğumlu Mehmet Cantekin Ermeni'dir. Büyük dedesi Bedros, ninesi Meryem'dir. Diyarbakır merkez Kayapınar Belediye başkanlığı yapan Mehmet Cantekin, 1995 tarihli milletvekili seçimlerinde Diyarbakır HADEP Milletvekili adayı olmuştur. Mehmet Cantekin Kulp Karpuzlu da köy koruyucularını yönlendirerek terör örgütü PKK'ya lojistik destek sağlamaktadır. 2003 yılında PKK'nın 1978'de kurulduğu Diyarbakır'ın Lice ilçesine bağlı Fis köyünde DEHAP ve Göç-Der yöneticileri ile birlikte 'barış ağacı' adı altında ağaç dikme töreni düzenlemiştir. Törende bölücübaşı Öcalan'ı övücü sloganlar atılmıştır.

- 1953-Siirt doğumlu Maruf Altın Ermeni'dir. Büyük dedesi Ohanis, ninesi Pori'dir. Ama babasının dönme adı Hüseyin, annesinin dönme adı Nafiye'dir. Böylece pek çok kişinin yaptığı gibi Ermeni olduklarını gizlemişlerdir. DEP İzmir-Konak ilçe teşkilatı üyesi idi. 23 Eylül 1998 tarihinde TCK 168 : Yasadışı silahlı örgüt kurmak veya katılmaktan 12 yıl 6 ay ağır hapis cezasına mahkûm olmuştur.

- 1973-Urfa doğumlu Mehmet Sait Yalçın Ermeni'dir. Dedesi Girbuş, ninesi Varti'dir. Ancak babasının dönme adı Mehmet Kerim, annesinin dönme adı Mevlude'dir. 1997'deki Bodrum bombalı saldırısının sorumlusudur. Müebbet hapse mahkûm olmuştur.
1975-Hazro doğumlu Zanamazak Yezidî'dir.

- 1973-Nusaybin doğumlu Mehmet Zeki Şaşmaz Yezidî'dir.

- 1971-Nusaybin doğumlu Abdullah Şaşmaz, hiç te kendini ALLAH'ın kulu saymaz, Yezidî'dir.
- 1975-Hazro doğumlu Nevzat Tedik Yezidî'dir. Halit-Revzete’den olma Nevzat Tedik'in babaannesi Hüsna Tedik te Yezidi'dir. Diyarbakır il teşkilatı HADEP üyesi de olan PKK’nın gençlik örgütlenmesi içinde yer alan Nevzat Tedik, 11 Ekim 2001 tarihinde TCK 168: Yasadışı silahlı örgüt kurmak veya katılmaktan 12 yıl 6 ay ağır hapis cezasına çarptırılmıştır.

- PKK'nın Avrupa'daki kasası Nuriye Kesbir Yezidî'dir. Aynı zamanda Kongra-Gel PKK'nın cephe örgütü Avrupa Kürt Demokratik Toplum Koordinasyonu (CDK) sözde meclis üyesidir. Eylül 2001'de Hollanda’ya yasadışı yollardan girmek isterken yakalanmıştır.

- 1980-Midyat doğumlu Şevkiye Atalan Yezidî'dir.

- 1966-Midyat doğumlu Fahrettin Şahin Yezidî'dir.

- Adana'da yakalanan PKK'lı canlı bomba Hatice Arat Yezidî'dir. Dedesi Hasso, ninesi Meryem de Yezidî'dir.

- 1955-Beşin doğumlu Osman Ergin Yezidî'dir. DTP Merkez Yönetim Kurulu üyesidir.

- Batılılar'ın aleyhimize kullanmak için sözümona "Türkler" arasından seçtirdiği, Avrupa Parlamentosu üyesi Feleknaz Uca, Yezidî'dir.

- Feleknaz'ın babası Abdullah Uca, "Yezidî Kürdistan Birliği" başkanıdır, Elbette o
da Yezidî'dir. Televizyonlarda boy gösteren Metin Uca nedir, size kalmış... Çünkü bu bölücü-militanların yumuşak uzantısı tüm medya, bürokrasi, parlamento ve hatta asker içindedir. Kim ki "TÜRK'ÜM" demekten imtina eder, kaçınır, kim ki olurolmaz vesilelerle İSLAM'a lâf eder, bilin ki, ya Yahudi dönmesi, ya da kendini gizlemiş Ermeni-Rum kırmasıdır.

- 1971-Midyat doğumlu Seyithan Alpar Süryânî'dir, yani SEYYİT Peygamber torunu) falan değil, düpedüz Hıristiyan'dır.

- 1976-Midyat doğumlu Metin Kesenci Süryânî'dir. "Beth Nehrin" adlı Süryânî ve Asurî örgütünün kurucusudur.

- 1975-Midyat doğumlu Adnan Kesenci Süryânî'dir.
- 1983-Nusaybin doğumlu Bilal Yürek Süryânî'dir.

- 1980-Pervari doğumlu Salih Boğdu Süryânî'dir.
- 1937-Ceylanpınar doğumlu Şemsi Emen Süryânî'dir. HADEP üyesi idi.

- 1969-Kurtalan doğumlu İhsan Kaya Süryânî'dir. Romanya'da PKK insan, silah, ve uyuşturucu kaçakçılığı yapmaktayken sahte pasaport ve kimlikle yakalanmıştır. Büyük dedesi Görgis, ninesi Şemuni'dir.
- 1962-Siirt doğumlu Basri Kaysi Süryânî'dir. Büyük dedesi Gorgis, ninesi Şemuni'dir. İHD Siirt Şubesi üyesi, ve DEHAP Siirt il teşkilatı delegesi idi.
- 1980-Siirt doğumlu Ayhan Kaysi Süryâni'dir. Büyük dedesi Gorgis, ninesi Şemuni'dir. Pek çok olaya karışmış, 1997'de teslim olmuştur. Itirafçı olmuş, 1999'da tahliye edilmiştir.
- 1952-Nusaybin doğumlu Mehmet Zeki Kanşiray Süryânî'dir. Büyük dedesi Zeytun, ninesi Meryem'dir. İzmir Köy Hizmetleri soygununa katılmıştır. 16.7.1990 günü Bornova Tarım ve Orman Bakanlığı İzmir İl Müdürlüğü Personeli maaşlarının silah zoruyla gasp edilmesi olayında tutuklanmıştır. Hapis yatmış, sonra HADEP Gaziemir İlçesi Yönetim Kurulu üyesi olmuştur.
- 1968-Derik doğumlu Fethi Oktay Süryânî'dir. Dedesi Turnas, ninesi Mennuş'tur. 1997'de yakalanmış, müebbed hapse mahkûm olmuştur.
- 1948-Palu doğumlu Zülküf Demirtaş Ermeni'dir. Büyük dedesi Kinkos, ninesi Nazlı'dır. Ikisi de Ermeni idi. Ermeniler'de görülen Ttürk adları ve özellikle "Türk" soyadları, kendilerini gizlemek için alınmıştır. O yüzden dedelerin adlarını veriyoruz, babalar-analar takma Türk adları taşımaktadır.
Bu arada Özgür Gündem gazetesinin dağdaki 300 eşkiya arasında yaptığı ankette, "dinî önder" olarak % 34'ünün Zerdüşt, % 34'ünün İsâ, % 11'inin Mani, % 10'unun Muhammed, % 7'sinin Musa ve % 4'ünün İbrahim dedikleri ortaya çıkmıştır.
Bundan da anlaşıldığı gibi, eşkiyanın ancak % 10'u müslümandır... Ona da "müslüman" denirse!..

BENİM CAMİLERİM













Son zamanlarda neredeyse her gün bana dinsizliği nasip ettiği için Allah’a şükrediyorum.

Dindarlarımızın, kendilerine “mülk” edindikleri, içeriye kimseyi sokmamak için sınırlarına büyük duvarlar ördükleri, teller çektikleri, “en uzun” minareler, “en geniş” kubbeler, “en görünür”camilerle korudukları “bahçelerinde” dolaşmaya pek vakit bulamadıklarını düşünüyorum çünkü.
Bizim gibilere de “buralara gelmeyin” diyorlar, “bu bahçelerde dolaşmayın”.
“Sizin dinden bahsetmeye ne hakkınız var” diye azarlıyorlar bizi.
“Allah’ın bahçelerini” yasaklıyorlar bize. Niye bu kadar haşinsiniz?
Bizim de o bahçelerde arada bir dolaşmamızın kime zararı var?
Siz en büyük camilerin minarelerinin boyunu hesaplarken, bir seher vakti, küçük bir caminin şadırvanında oturup, serin suların şırıltısını dinleyerek sabah ezanını beklemenin huzurunu tatsak, dininize, dindarlığınıza mı saldırmış oluruz?
Allah’ın evine bir sabah misafirliğimizi de mi çok görüyorsunuz?
Saygıda hiç kusur etmeden size dinle, dindarlıkla ilgili sorular sormamızdan neden gocunuyorsunuz?
Bu soruları sormayalım diye mi o bahçeleri bize yasaklıyorsunuz?
Dini ve dindarlığı anlamaya çalışmamalı mıyız?
Bize anlatılan dinle dindarların davranışları aklımızda yan yana gelemeyince, sorular sormamalı mıyız?
“Bir dinsiz bizi nasıl dinle yargılar” diyorlar.
İzin verirseniz ben size kendi kitaplarımdaki çok sevdiğim bir Şeyh Efendi’den ödünç aldığım bir sözle cevap vereyim.
“Kimseyi kendi ahlakınla yargılama, herkesi kendi ahlakıyla yargıla.”
Bir dindarın yaptıkları, o dindarın ahlakıyla yargılanmazsa, neyle yargılanır?
İşkenceye sessiz kaldığınızda, cinayetler karşısında sustuğunuzda, acılara arkanızı döndüğünüzde, yaptıklarınızı Allah’ın ve peygamberin sözlerini mihenk alarak “yargılamak” çok mu büyük haksızlık?
Bir dindarın “amelini” yargılamak için başka bir “ahlak”, başka bir ölçü mü var?
Yoksa sizi hiç anlamaya çalışmamalı mıyız, bunu mu söylemek istiyorsunuz?
Bizim görmemizi istemediğiniz için mi bize o bahçeleri yasaklamak istiyorsunuz?
Evet, o camilerde namaz kılmıyorum.
Evet, yapacağınız büyük camilere gitmeyeceğim.
Ama ben bir geceyarısı, ışıklarının çoğu sönmüş, kandil misali iki üç lambası yanan bir caminin içinde bağdaş kurup oturarak kendi “hiçliğimle” karşılaşmayı, kendimden dahi vazgeçerek o caminin“sahibine” sığınmayı, ne kubbede, ne minberde, ne duvardaki hatlarda, ne kalın gövdeli sütunlarda aradığım “bir soluğu”, bir “sonsuzluğu”, gözlerimi diktiğim solgun bir halının şekillerinde görüp hissetmeyi, bunun hazzına bir anlığına da olsa varmayı, bir lahzalığına beni yaratana karışıp kaybolmayı seviyorsam, bunu bana çok mu göreceksiniz?
“Bir dinsizin camide ne işi var” mı diyeceksiniz?
Demeyin.
Seherin serin şadırvanları, geceyarılarının ıssız ve loş camileri herkesin.
Bizi beş vakit oralara davet eden biri var.
Davet vaktinde gelmiyorsak da başka vakitlerde ziyaretimiz, “davet sahibiyle” aramızda bir mesele.
O, kapılarını kapatmak istediğinde kapatır, kapattığı da olmuştur, açmak istediğinde açar, o kapıların muhafızlığını siz yapmayın, haksızlık etmiş olursunuz.
Sizin, geceyarılarının kimsesiz camilerinden, sabahın serin sessizliğinden değil de “çok büyük”, “çok gösterişli” camilerden hoşlanmanızı sorguluyorsam, bunu kötülük olsun diye yapmıyorum.
Gerçekten anlamadığım için soruyorum.
Benim o huzuru, o muhteşem sonsuzluğu, zamansızlığı, o hiçliği, yok oluşu, bütün geçmişini ve geleceğini unutabilmeyi o küçücük camilerde bile bulabilmem dinsizliğimden mi? Dindar olsam o camilerde bulamaz mıydım aradığımı?
Ben camiye gittiğimde af dilemeye gitmiyorum, bir iyilik istemeye gitmiyorum, bir yardım için yalvarmıyorum, cennetine talip olmuyorum, cehenneminden sakınmıyorum, ben camiye gittiğimde“her şeye razı olmak” için gidiyorum, teslim olmak için gidiyorum, tek bir anlığına bile olsa o sonsuzluğa karışabilmek, o sonsuzluğun kokusunu duyabilmek için gidiyorum.
Yasak mı edeceksiniz bana oralara gitmeyi?
Bunlardan söz etmeyi yasak mı edeceksiniz?
Bırakın arada bir gideyim, bırakın arada bir anlatayım, bırakın arada bir o sonsuzluğa kendini adamış insanlar olarak “insanların acılarına nasıl bigâne kalabildiğinizi” sorayım.
Ben o bahçelerin muhafızı değilim, olmayacağım, o bahçelerde gezinmeyi seven biriyim yalnızca.
Bir yabancıyım.
Bir yabancıya bile yabancılığını hissettirmeyen âlicenaplığın misafiriyim.
Yabancılığımı o kadar da vurmayın yüzüme.
Kimseyi “yabancı” görmeyen bir kudretin kulusunuz neticede, bırakın “yabancı” olduğumu ben söyleyeyim, siz bana “ev halkından biri” gibi davranma yüceliğini gösterin, bir camide bulduğumu sizde de aradığım için kızmayın bana, bulduğumdan çok hoşnut olduğum için arıyorum onu, her yerde aradığım için sizde de arıyorum.

Ahmet Altan

1 Ağustos 2012 Çarşamba

BUNLARA DİKKAT ET!...

• Dinlemeyi öğren.
• Yaşlan ama paslanma.
• Özür dilemekten çekinme.
• Aynı hatayı ikinci kez yineleme.
• Mükemmeli ara, kusursuzu değil.
• İnsandaki iyiyi ortaya çıkarmayı bil.
• Büyük düşün, küçük zevklerin tadına var.
• Her şeyi bulduğundan daha iyi durumda bırak.
• Sürekli “Ben dürüstüm” diyenlerden kuşkulan.
• İlk kez tanıştığın insanlara önce işlerini sorma.
• Acıyı ve düş kırıklığını, yaşamın bir parçası gibi kabul et.
• Çocuklarını övgüye sahip olabilecekleri biçimde yetiştir.
• Çocuklarına sık sık onlara ne denli çok güvendiğini söyle.
• Kaybedecek bir şeyleri kalmamış insanlardan kendini koru.
• İnsanların her zaman gerçeği duymak istediklerini sanma.
• Köprüleri atma. Aynı nehri yine geçmek zorunda kalabilirsin.
• Başarılarının sana sağladığı iç huzuru sağlık ve sevgi ile ölç.
• Ailene “en iyisini vermek” yerine, “verebileceğinin en iyisini” ver.
• Duyurduğun ya da duyduğun haberlerin taraflı olduğunu unutma.
• Asıl savaşı kazanmak için küçük bir çarpışmayı yitirmeyi göze al.
• Maddi durumun çok iyi olsa bile, bırak çocukların kendi harçlıklarını kendileri kazanabilsinler.

TAHAMMÜL MÜLKÜNÜ YIKTIN


Tahammül mülkünü yıktın Hulagu Han mısın kafir
Aman dünyayı yaktın ateş-i suzan mısın kafir

Kız oğlan nazı nazın şehlevend avazı avazın
Belasın ben de bilmem kız mısın oğlan mısın kafir

Ne ma'na gösterir duşundaki ol ateşin atlas
Ki ya'ni şule-i cansuz-ı hüsn ü an mısın kafir

Nedir bu gizli gizli ahlar çak-i giribanlar
Aceb bir şuha sende aşık-ı nalan mısın kafir

Sana kimisi canım kimi cananım deyü söyler
Nesin sen doğru söyle can mısın canan mısın kafir

Şarab-ı ateşinin keyfi rüyun şul'elendirmiş
Bu haletle çerağ-ı meclis-i mestan mısın kafir

Niçin sık sık bakarsın öyle mirat-ı mücellaya
Meğer sen dahi kendi hüsnüne hayran mısın kafir

Nedim-i zarı bir kafir esir etmiş işitmiştim
Sen ol cellad-ı din ol düşmeni iman mısın kafir

Nedim