30 Kasım 2012 Cuma

Öfkelenince neden bağırırız?


Hintli bir ermiş öğrencileri ile gezinirken Ganj nehri kenarında birbirlerine öfke içinde bağıran bir aile görmüş. Öğrencilerine dönüp “insanlar neden birbirlerine öfke ile bağırırlar?” diye sormuş.

Öğrencilerden biri “çünkü sükûnetimizi kaybederiz” deyince ermiş “ama öfkelendiğimiz insan yanı başımızdayken neden bağırırız? O kişiye söylemek istediklerimizi daha alça
k bir ses tonu ile de aktarabilecekken niye bağırırız?” diye tekrar sormuş.

Öğrencilerden ses çıkmayınca anlatmaya başlamış: “İki insan birbirine öfkelendiği zaman, kalpleri birbirinden uzaklaşır. Bu uzak mesafeden birbirlerinin kalplerine seslerini duyurabilmek için bağırmak zorunda kalırlar. Ne kadar çok öfkelenirlerse, arada açılan mesafeyi kapatabilmek için o kadar çok bağırmaları gerekir.”

“Peki, iki insan birbirini sevdiğinde ne olur? Birbirlerine bağırmak yerine sakince konuşurlar, çünkü kalpleri birbirine yakındır, arada mesafe ya yoktur ya da çok azdır. Peki, iki insan birbirini daha da fazla severse ne olur? Artık konuşmazlar, sadece fısıldaşırlar çünkü kalpleri birbirlerine daha da yakınlaşmıştır. Artık bir süre sonra konuşmalarına bile gerek kalmaz, sadece birbirlerine bakmaları yeterli olur. İşte birbirini gerçek anlamda seven iki insanın yakınlığı böyle bir şeydir.”

Daha sonra ermiş öğrencilerine bakarak şöyle devam etmiş: “Bu nedenle tartıştığınız zaman kalplerinizin arasına mesafe girmesine izin vermeyin. Aranıza mesafe koyacak sözcüklerden uzak durun. Aksi takdirde mesafenin arttığı öyle bir gün gelir ki, geriye dönüp birbirinize yakınlaşacak yolu bulamayabilirsiniz.

Vakit Tamam...

Tık, tık, tık…
- Kim o?
- Hazırlan gidiyoruz.
- Sen kimsin? Nereye gidiyoruz?
- Sıran geldi. Gerçek evine gidiyoruz.
- Gerçek ev mi? Sen! Yoksa!
- Evet. Hadi gidelim.
– Dur bir dakika..bir sürü yarım işim var.
- İş yarım kalmaz. Birileri tamamlar. Oyalanma artık.
- Çocuklar, onlar daha çok küçük, bari vedalaşsaydım.
- Sen olmadan da büyürler, hadi bekliyorlar.
- Bekliyorlar mı? Onlar da kim?
- Gidince görürsün.
- Anladım. Anladım ama kalbini kırıp, gönlünü alamadıklarım, iyiliğini görüp, karşılık veremediklerim var. Anlayacağın borçlu gitmek istemiyorum.
- Bunu zamanında düşünseydin!
- Zamanında mı? İyi de ben daha zamanım var sanıyordum.
- Hepiniz aynısınız.. Zaman dediğin, içinde bulunduğun an..
Bunun ötesi yok.
- Keşke, keşke….
- Devam etme. Bugünü yaşarken hep yarın var gibi davrandın. Üstündeki üniformanın sorumlulukları var..
Yerine getirmedin...
Bu sana bir uyarıydı. Şimdi gitmiyoruz… Ama her an gidebiliriz..
Bir daha geldiğimde önünde umut, arkanda pişmanlık olmasın!..


Ahmet Şerif İzgören

19 Kasım 2012 Pazartesi

Bildirilince bilen, yüreği olan görüyor elbet...


Delinin biri camiye girer, belli ki namaz kılacak. Ama oturmaz, meraklı ve şaşkın gözlerle etrafı süzer-dolanır...
... Bir oraya, bir buraya her köşeye dikkatlice bakar ve hızla çıkar gider..
Az sonra sırtında bağlanmış odunlarla tekrar gelir camiye ve tam namaza başlamak üzere olan cemaatle birlikte saf tutar..
Ama sırtındaki odunlarla güç bela bitirir namazını. Eğilip kalktıkça yere düşen odunlar, çıkardığı ses vs. derken, tabii cemaat de rahatsız olmuştur bu durumdan...
Nihayet biter namaz, bitmesine ama her kafadan bir ses çıkar...
Herkes kıpırdanmaya, adama söylenmeye başlamıştır bile...
İmama kadar ulaşır sesler, hafiften tartışmalar...İmam aynı mahalleden, bilir az çok garibin halini, şefkatle yaklaşır meczubun yanına ve der ki:
- “Oğlum böyle namaz mı olur, sırtında odunlarla, sen ne yaptın? Hem kendini hem de çevreni rahatsız ettin bak, bir daha namaz kılmaya yüksüz gel olur mu?” Bunu duyan meczub melül-mahzun, ama manalı bir bakışla sorar
- “Âdetiniz böyle değil mi?”
- “Ne âdeti?!” der Hoca... Cemaat da toplanmış, merak ve şaşkınlıkla olayı izlemektedir o sıra... Der ki meczub bu kez:
- “Hocam ben namaz kılmak için girdim camiye, şöyle kendime uygun bir yer ararken içeridekilere baktım, gördüm ki herkesin sırtında bir şeyler var. Zannettim ki adet böyledir, ben de şu odunları yüklendim geldim işte, neden kızıyorsun? Kızacaksan herkese kız, tek bana değil! Hoca şaşırır: “Benim sırtımda da mı var?” der...
- “Evet” der meczub, “Hepinizin sırtı yüklü!”... Cemaatte ise hafiften “deli işte!” manasına,bıyık altından gülüşmeler başlamıştır... Meczub bu kez öne atılır ve tek tek cemaati işaret ederek, saf bir çocukça, heyecanla bağırır:
- “Bak bunun sırtında mavi gözlü bir çocuk, bunda kocaman bir elma ağacı vardı... Bunda kırık bir kapı, bunda bir tencere yemek, bunda kızarmış tavuk, şunun sırtında yeşil gözlü esmer bir hatun, bununkinde de yaşlı annesi vardı!..” Sonra iki elini yanlarına salar başını sallar ve umutsuzca;
- “ Boş yok, boş yok hiç!..diye tekrarlar. O böyle söyleyince, herkes dehşet içinde şaşkınlıkla birbirinin yüzüne bakar!
Aynen doğrudur dedikleri çünkü;
Kimi doğacak çocuğunu düşünüyordur namazda, kimi bahçesindeki meyve ağaçlarını, biri onaracağı kapıyı, diğeri lokantasında pişireceği yemeği...
Biri açtır aklında yiyeceği tavuk, birinin sırtında sevdiği kadın, diğerinde de bakıma muhtaç annesi vardır.
- “Peki söyle bakalım bende ne vardı?” der, bu kez endişeyle Hoca... O da der ki:
- “Zaten en çok da sana şaştım hoca! Sırtında kocaman bir inek vardı! Meğerse efendim, hocanın ineği hastaymış, “öldü mü ölecek mi?” diye düşünürmüş namazda...

“Harâbât ehlini hor görme sakın, defineye mâlik viraneler var.”
Bildirince bildiren, yüreği olan görüyor elbet..

15 Kasım 2012 Perşembe

TEK AYAKKABI...

Ayakkabıcı, yeni getirdiği malları vitrine yerleştirirken, sokaktaki bir çocuk onu izlemekteydi. Okullar kapanmak üzere olduğundan, spor ayakkabılara rağbet fazlaydı. Gerçi mallar lüks sayılmazdı ama, küçük bir dükkan için yeterliydi. Onların en güzelini öntarafa koyunca, çocuk vitrine doğru biraz da
ha yaklaştı. Fakat bir koltuk değneği kullanmaktaydı. Hem de güçlükle.. Adam ona bir kez daha göz attı. Üstündeki pantolonun sol kısmı, dizinin alt kısmından sonra boştu. Bu yüzden de sağa sola uçuşuyordu. Çocuğun baktığı ayakkabılar, sanki onu kendinden geçirmişti.Bir müddet öyle durdu. Daldığı hülyadan çıkıp yola koyulduğunda, adam dükkandan dışarı fırlayıp:
- Küçükk!. diye seslendi. Ayakkabı almayı düşündün mü? Bu seneki modeller bir harika!. Çocuk, ona dönerek:
- Gerçekten çok güzeller!.. diye tebessüm etti. Ama benim bir bacağım doğuştan eksik.
- Bence önemli değil!.. diye, atıldı adam. Bu dünyada her şeyiyle tam insan yok ki!. Kiminin eli eksik, kiminin de bacağı. Kiminin de aklı ya da vicdanı. Küçük çocuk, bir şey söylemiyordu. Adam ise konuşmayı sürdürdü:
- Keşke vicdanımız eksik olacağına, ayaklarımız eksik olsa idi. Çocuğun kafası iyice karışmıştı. Bu sefer adama doğru yaklaşıp:
- Anlayamadım!. dedi. Neden öyle olsun ki?
- Çok basit!. dedi, adam. Eğer yoksa, cennete giremeyiz. Ama ayaklar yoksa, problem değil. Zaten orda tüm eksikler tamamlanacak. Hatta sakat insanlar, sağlamlara oranla, daha fazla mükafat görecekler...
Küçük çocuk, bir kez daha tebessüm etti. O güne kadar çektiği acılar, hafiflemiş gibiydi. Adam, vitrine işaret ederek:
- Baktığın ayakkabı, sana yakışır!. dedi. Denemek ister misin? Çocuk, başını yanlara sallayıp:
- Üzerinde 30 lira yazıyor, dedi. Almam mümkün değil ki!.
-İndirim sezonunu, senin için biraz öne alırım!. dedi adam. Bu durumda 20 liraya düşer. Zaten sen bir tekini alacaksın, o da 10 lira eder. Çocuk biraz düşünüp:
- Ayakkabının diğer teki işe yaramaz!. dedi. Onu kim alacak ki?
- Amma yaptın ha!. diye güldü adam. Onu da, sağ ayağı eksik olan bir çocuğa satarım. Küçük çocuğun aklı, bu sözlere yatmıştı. Adam, devam ederek:
- Üstelik de öğrencisin değil mi? diye sordu.
- İkiye gidiyorum!. diye atıldı çocuk. Üçe geçtim sayılır.
- Tamam işte!. dedi adam. 5 Lira da öğrenci indirimi yapsak, geri kalır 5 lira. O da zaten pazarlık payı olur. Bu durumda ayakkabı senindir, sattım gitti!.
Ayakkabıcı, çocuğun şaşkın bakışları arasında dükkana girdi. İçerdeki raflar, onun beğendiği modelin aynısıyla doluydu. Ama adam, vitrinde olanı çıkarttı. Bir tabure alıp döndükten sonra, çocuğu oturtup yeni ayakkabısını giydirdi ve çıkarttığı eskiyi göstererek
- Benim satış işlemim bitti!. dedi. Sen de bana, bunu satsan memnun olurum.
- Şaka mı yapıyorsunuz? diye kekeledi çocuk. Onun tabanı delinmek üzere. Eski bir ayakkabı, para eder mi?
- Sen çok câhil kalmışsın be arkadaş.. dedi, adam. Antika eşyalardan haberin yok her halde. Bir antika ne kadar eski ise, o kadar para tutar. Bu yüzden ayakkabın, bence en az 30- 40 lira eder.
Küçük çocuk, art arda yaşadığı şokları, üzerinden atabilmiş değildi.Mutlaka bir rüyada olmalıydı. Hem de hayatındaki en güzel rüya. Adamın, heyecandan terleyen avuçlarına sıkıştırdığı kağıt paralara göz gezdirdikten sonra, 10 liralık banknotu geri vererek:
- Bana göre 20 lira yeterli.. dedi. İndirim mevsimini başlattınız ya!..
Adam onu kıramayıp parayı aldı. Ve bu arada yanağına bir öpücük kondurdu.
Her nedense içi içine sığmıyordu. Eğer bütün mallarını bir günde satsa, böyle bir mutluluğu bulamazdı. Çocuk, yavaşça yerinden doğruldu. Sanki koltuk değneğine ihtiyaç duymuyordu. Sımsıcak bir tebessümle teşekkür edip:
- Babam haklıymış!. dedi. 'Sakat olduğum için, üzülmeme hiç gerek yok!' demişti.


Her Rüzgar Savuracak Bir Toz bulur,
Her Hayat Yaşanacak Bir Can Bulur,
Her Umut Gerçekleşecek Bir Düş Bulur
Bulunmayacak Tek Şey Senin Benzerindir
 

1 Kasım 2012 Perşembe

AVSTURALYA DEVLETİNE SAVAŞ AÇAN, 2 TANE TÜRK…

Avusturalya’nın İlk resmi, savasını, İKİ TÜRK ile yapılmıştır..
Yıl 1912, İngilizler Hindistan’ı işgal eder… Osmanlı 350 adet Leven ile Hindistana Yardıma gider Buradaki savaşlarda 40 kadar TÜRK esir düşer. Savaş bittikten sonra bu 40 Osmanlı esir askerini, İngilizler gemilerde çalıştırmaya başlarlar. Bir İngiliz gemisi Avustralya’ya geldiğinde, esir iki Osmanlı askeri gemiden bir yolunu bulup kaçarlar.
ESAS HİKAYE BUNDAN SONRA BAŞLAR….
Gemiden Kaçan İki levent…… Meslegi Dondurmacılık olan Abdullah ve Meslegi Kasplık olan Mehmet Avusturalyada Kendilerine yeni bir Hayat Kurarlar… İşleri ve kazançları iyidir ama Onların Kulagı sürekli anadoluda ve Memlektlerindedir… 

Dünya kaynamaktadır… Balkanlar, ortadogu ve İngilizlerin işgal ettiği Türk Yurtları….

İşte Tam Bu sırada(1915)Avusturalya Hükümeti, İngilizlerle birlikte Çanakkeleye ASKER çıkarmaya karar verir.

ve bizim iki Osmanlı askeri olayı duyarlar ve hemen buluşarak, durum değerlendirmesi yaparlar.
Biz TÜRK askeriyiz ve Avustralya’da yaşıyoruz. Avustralya devleti Osmanlıya savaş açmış ve bizim ülkemizi işgale gitmiş, bundan dolayı biz de Avustralya devletine savaş açalım derler.
Alırlar kağıdı, kalemi ve yazarlar:
Sayın Avustralya Yetkilileri…. (İngilizlerin sömürgesi olduğu için Dönemin Sömürge VALİSİ)

Biz iki TÜRK askeri, ülkenizde bulunuyoruz. Duyduk ki, devletimiz Osmanlıya Avustralya devleti olarak savaş açmış ve Çanakkale’ye asker göndermişsiniz. Bundan dolayı iki TÜRK askeri olarak biz de Avustralya devletine savaş açmış bulunmaktayız.

Bu bir “Osmanlı Savaş Fermanı “dır. Avusturalya’ya duyurulur....

Avusturalyalı yetkililer Bu mektubu alırlar, Okurlar ama Ciddiye almazlar……

Karahisar diyarından Tarakçıoğlu Mehmet, Karadeniz diyarından Mentesoğlu Abdullah İki Osmanlı askeri, Sidney’ in 250 km uzağında (Whıte Rock) Karlıdağlar denilen bölgede siper alırlar… Dondurmacı abdullahın Beyaz Gömlegi vardır, Kasap Mehmetinde Kırmızı Önlügü GÖMLEK VE ÖNLÜGÜ SÖKEREK 3 HİLALLİ BAYRAGI DİKERLER bu bayrak ile DÜŞMANA SAVAŞ AÇARLAR……

Avusturalyalı Yetkililer, Tren ile asker toplayıp limanlara sevketmektedir. Limanlara gelen Asker ve Mühimmat Gemilerle ÇANAKKALEYE sevk edilmektedir…..

önce virajlarda tren raylarını sökerek 3 tren devirirler. Üçüncü trende askeri mühimmat bularak silahlanırlar. Aynı bölgede 8 karakol basar ve karakollardaki askerlerin tamamını vururlar.
Ne olduğunu bir turlu çözemeyen Avustralyalılar, sonunda iki Osmanlı askerinin yazmış olduğu mektup akıllarına gelir ve bölgeye TREN ile 250 kadar asker gönderirler…. İKİ; TÜRK kendilerine savaş açmıştır… Bu savaş Avusturalyanın İlk Resmi savasıdır… Çaresiz Kalan Avusturalya devleti İlk resmi savasına girer, Karşı tarafta İKİ TÜRK... Tren ile gelen 250 kadar avusturalya askerini Pusuya düşüren İki BABAYİGİT… Trene saldırır… Ve iki Osmanlı askeri 60 kadar Avusturalya askerini öldürür… Çok şiddetli çatışmalar sonucunda, İKİ ANADOLU ASLANI bu karlı dağlarda şehit Düşer….

İki askerin şu an mezarı Sidney’e 250 km uzakta (Whıte Rock) Karlıdaglar’da ve mezarlarında,…

NUR İÇİNDE YATSINLAR…

Bu iki yigitin hakkını Teslim eden avusturalya o bölgeye Türk Kayalıkları ismini vermiştir.

NOT…: MHP İstanbul Milletvekili Rahmetli Mehmet GÜL avusturalya ziyaretinde Bu iki Yigitin Mezarlarını ziyaret etmiştir. Bu iki Yigitin Hayat Hikayesini Denizliye yaptıkları ziyaret esnasında yaklaşık 50 kişilik bir guruba ANLATMIŞTIR. HEPSİNİN MEKANLARI CENNET OLSUN...

SUSMARAM


Men bir gulam, yük altında ezilmişem, gardaşım,
Sevinç bilmez bir mahkumam, ahu-zardır sırdaşım.

Damga vurub, zencirleyib tullamışlar zindana,
Karlı-buzlu cehennemler mesken olmuşdur bana.

Mene dinme, sus deyirsen, ne vahtacan susacam,

Buhranların, hicranların, mahbesinde galacam?

Niye susum, konuşmayım, insanlıkda payım var,
Menim ana vatanımdır talan olan bu diyar.

Niye susum, konuşmayım, Türk yurdudur bu toprak,
Oğuzların, elhanların vatanında kimdir, bak!

Bu dünyada azadlığı şan şöhretten üstün tut,
Alçaklığı, yaltaklığı rezilliyi sen unut!

Nece susum, konuşmayım, men eyleyim heyanet?
Hanı sevgi, hanı vatan, de harda galdı millet?

Men bir gulam, yerim altun, suyum gümüş, özüm aç,
Atam mahkum, anam sail, elim her şeye möhtaç.

Men Türk evladıyam, derin aklım, zekam var,
Ne vahtacan çiynimizde gezecekdir yağılar?

Ne kadar ki, hakimlik var, mahkumluk var, ben varam,
Zülme garşı isyankaram, ezilsem de susmaram!

Ahmet Cevat