29 Nisan 2010 Perşembe

Tanrıya hiç bir zaman "neden ben?" diye sormayın... 

Efsane Wimbledon’un ilk zenci şampiyonu Arthur Ashe kan naklinden kaptığı AIDS’den ölüm döşeğindeydi... 
Dünyanın her köşesindeki hayranlarından mektuplar yağmaktaydı. Bunlardan bir tanesi şöyle soruyordu: 
- Tanrı böylesine kötü bir hastalık için neden seni seçti?  Arthur Ashe cevap verdi: 
- Tüm dünyada;

  • 50 milyon çocuk tenis oynamaya başlar.
  • 5 milyonu tenis oynamayı öğrenir.
  • 500 bini profesyonel tenisçi olur,
  • 50 bini yarışmalara girer,
  • 5 bini büyük turnuvalara erişir,
  • 50’si Wimbledon’a kadar gelir,
  • 4'ü yarı finale,
  • 2’si finale kalır.

Elimde şampiyonluk kupasını tutarken Tanrı’ya ‘Neden ben?’ diye hiç sormadım. Şimdi sancı çekerken, Tanrı’ya nasıl ‘Niye ben’ derim?
Mutluluk insanı tatlı yapar.
Başarı ışıltılı…
Zorluklar güçlü…
Hüzün insanı insan yapar,
Yenilgi mütevazı…

Tanrıya her durumda güvenin ve şükretmeyi sürdürün. O`nun kendine has usülleri vardır. İnancınızı koruyun... Tanrı’ya asla ‘Neden ben?’ diye sormayın. Ne olacaksa olur…

…Arthur Ashe

23 Nisan 2010 Cuma


Sizin hiç böyle bir dostunuz oldu mu?


Daima düşünceliydi.
Susması konuşmasından uzun sürerdi.
Lüzumsuz yere konuşmaz; konuştuğunda ne fazla, ne eksik söz kullanırdı.
Dünya işleri için hiç kızmazdı.
Kendi şahsı için asla öfkelenmez ve öç almazdı.
Kötü söz söylemezdi.
Affediciliği tabii idi. İntikam almazdı.
Düşmanlarını sadece affetmekle kalmaz, onlara şeref ve değer de verirdi.
Kendisini üç şeyden alıkoymuştu: Kimseyle çekişmez, çok konuşmaz, boş şeylerle uğraşmazdı.
Umanı, umutsuzluğa düşürmezdi.
Hoşlanmadığı bir şey hakkında susardı.
Hiç kimseyi ne yüzüne karşı, ne de arkasından kınar ve ne de ayıplardı.
Kimsenin kusurunu araştırmazdı. Kimseye hakkında hayırlı olmayan sözü söylemezdi.
Âdet üzere sarf edilen hiçbir kötü sözü ağzına almamıştı. Sıkıntılı hallerinde kabalaşmaz, bağırmazdı.
Yanında en son konuşanı ilk önce konuşan gibi dikkatle dinlerdi.
Bir toplulukta bulunduğu zaman bir şeye gülerlerse, o da güler; bir şeye hayret ederlerse, o da onlara uyarak hayret ederdi.
Gerçeğe aykırı övgüyü kabul etmezdi.
Her zaman ağırbaşlıydı.
Konuşurken çevresindekileri adeta kuşatırdı.
Kelimeleri parıldayan inci dizileri gibi tatlı ve berraktı.
Yürürken beraberindekilerin gerisinde yürürdü;
Ayaklarını yerden canlıca kaldırır, iki yanına salınmaz, adımlarını geniş atar, yüksek bir yerden iner gibi öne doğru eğilir, vakar ve sükûnetle rahatça yürürdü.
Kapısına yardım için gelen kimseyi geri çevirmezdi.
Bir gün kendisinden yaşça küçük bir dostunun omuzlarından tutarak şöyle demişti: "Sen dünyada garip bir kimse yahut bir yolcu gibi ol!"
Her zaman hüzünlü ve mütebessim bir hâletle dururdu.
Fakirlerle birlikte yerdi; öyle ki onlardan ayırt edilemezdi.
Yemek seçmez, önüne ne konulursa yerdi.
Sade kıyafetler giyer, gösterişten hoşlanmazdı.
Konuşurken yüzünü başka tarafa çevirmez, bulunduğu mecliste ayrıcalıklı bir yere oturmazdı.
Sabahları evinden çıkarken şöyle derdi: "İlâhî, doğru yoldan sapmaktan ve saptırılmaktan, kanmaktan ve kandırılmaktan, haksızlık etmekten ve haksızlığa uğramaktan, saygısızlık etmekten ve saygısızlık edilmekten sana sığınırım."
Sıradan değildi; ama sıradan insanlar gibi yaşadı.
Sizin hiç böyle bir dostunuz oldu mu?
Aslında böyle bir dostumuz var; ki o, iki cihanda Efendimiz Muhammed Mustafa'dır (S.a.v).
Efendimiz'e ve ona tâbi olanlara selâm olsun.

A.Turan ALKAN

22 Nisan 2010 Perşembe

BENİM YAŞLARIM

İnsan 5 yaşına gelmeden anlıyor; açlığın öldürdüğünü, soğuğun dondurduğunu, ateşin yaktığını...
Sevgisizliğin insanın canını acıttığını...
Duyguları, nesneleri, kişileri, çevresini tanıyor.
Her şey ona çok büyük görünüyor:
Ev, masa, anne, baba...
10'una gelmeden oyunla, sayılarla, harflerle tanışıyor. Azgın bir iştahla öğreniyor. Kız ya da erkek olduğunu fark ediyor. Dünyanın evde, okulda kendisine anlatılandan da büyük olduğunun ayırdına varıyor.
*
15'inde, tam da en çok kendini sevdireceği çağda, sivilcelenen yüzünden, değişen bedeninden utanırken aşkı keşfediyor.
Dış dünya kadar iç dünyanın da büyük salonları ve kendisinin bile bilmediği odaları olduğunu, açıldıkça o odalardan devasa bahçelere çıkıldığını hissediyor, büyüleniyor. Şarkıların içinde sevdalar gezdirdiğini, şiirin her türden hasreti dindirdiğini anlıyor. Aşk acısını öğreniyor. Yine de seviyor; ille seviyor, inadına seviyor.
20'sinde putlarını yıkıyor, başkaldırıyor, kanatlanıyor.
Her şey ona küçük görünüyor:
Ev, masa, anne, baba...
"Dünya küçükmüş; büyük olan benim" efelenmeleri başlıyor.
Lakin dünya bunu bilmiyor.
O yüzden 20'ler çoğu zaman hayal kırıklıklarıyla geliyor.
*
25'inde ayaklar biraz yere değiyor.
Okul bitiyor, iş telaşı başlıyor.
Sınıfta öğrenilenlerin akı, sokaktaki gerçeklerin karasına çarpıp grileşiyor.
Yolu hızlı gelenler çabuk yorularak, sevdiğini bulanlarsa kalbinden vurularak evleniyor genelde...
5 yıl önce uzak bir ülke olan "istikbal", daha yakına geliyor.
"Bir denizde yangın çıkarma" hayali erteleniyor.
"Dünya zor"laşıyor.
*
30'unda muhasebeye başlıyor insan:
"Dünya hâlâ beni tanımadı, üstelik galiba ben de dünyayı tam tanımıyorum" dönemi...
Mevcut bilgilerin sorgu yeri...
Kuşkunun beyliği...
Tehlikeli yaşlar: "Bunun nesine hayran oldum ki ben" pişmanlıkları, "Hakkımı yediler" sızlanmaları, sırta saplanan hançerler, çelmeler, dost kazıkları, ağır ağır olgunlaştırıyor insanı...
*
35, yolun yarısı...
Hiç okul asmadan, evden kaçmadan, bir terasta sevdiğiyle öpüşüp bir çadırda uyanmadan 20'sine gelenler için gecikmiş telafi çağları...
Daha önce hiç yüz verilmemiş ana-babaların sözüne yeniden kulak kabartılan yaşlar... Olgunluğun karasuları...
40'ında eski kotlar dar gelmeye, saçlara ak düşmeye, aile büyükleri yaşlanıp ölmeye başladığında bocalıyor insan...
Panik, kadınları kuaföre sürüklüyor, erkekleri araba galerilerine; ve ikisini birden yeni sevda hayallerine...
Yiten gençliğe, boyalı saçlarla, içe çekilen karınlarla, kırmızı arabalarla çare aranıyor.
*
45'inde "istikbal" denilen o uzak ülkenin toprağına ayak basıyor insan...
Hem ölüm yarınmış gibi, hem hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamasını öğreniyor.
Eski dostlar, hatıralar kıymete biniyor.
Didişmenin yerini sükûnet, böbürlenmenin yerini nedamet, kinin yerini merhamet alıyor. "Keşke"ler "iyi ki"lerle, hırslar hazlarla yer değiştiriyor.
Bu dünyayı silkelemekten, daha iyi bir dünya için kavga vermekten vazgeçmeseniz de, öbür dünya umuduna da kulak kabartıyorsunuz, ara sıra...
*
Genellenemez tabii; bunlar benim yaşlarım.
Sonrasını bilmiyorum henüz; öğrendikçe yazarım.

Can DÜNDAR

13 Nisan 2010 Salı


AHDE VEFA

Hz. Ömer arkadaşlarıyla sohbet ederken, huzura üç genç girerler. Derler ki :
- Ey halife, bu aramızdaki arkadaş bizim babamızı öldürdü. Ne gerekiyorsa lütfen yerine getirin.
Bu söz üzerine Hz. Ömer suçlanan gence dönerek :
- Söyledikleri doğru mu diye sorar.
Suçlanan genç der ki :
- Evet doğru.
Bu söz üzerine Hz Ömer anlat bakalım nasıl oldu diye sorar. Genç anlatmaya başlar:
- Ben bulunduğum kasabada hali vakti yerinde olan bir
insanım. Ailemle beraber gezmeye çıktık, kader bizi arkadaşların bulunduğu yere getirdi. Affedersiniz hayvanlarımın arasında bir güzel atım var ki dönen bir defa daha bakıyor. Hayvana ne yaptıysam bu arkadaşların bahçesinden meyve koparmasına engel olamadım. Arkadaşların babası içerden hışımla çıktı atıma bir taş att ı, atım oracıkta öldü. Nefsime bu durum ağır geldi, ben de bir taş attım, babası
öldü. Kaçmak istedim fakat arkadaşlar beni yakaladı, durum bundan ibaret, dedi. Hz Ömer:
- Söyleyecek bir şey yok, bu suçun cezası idam. Madem suçunu da kabul ettin, dedi. Bu sözden sonra delikanlı söz alarak:
- Efendim bir özrüm var, diyerek konuşmaya başladı:
- Ben memleketinde zengin bir insanım, babam, rahmetli olmadan bana epey bir altın bıraktı. Gelirken kardeşim küçük olduğu için saklamak zorunda kaldım. Şimdi siz bu cezayı infaz ederseniz yetimin hakkını zayi ettiğiniz için Allah(cc) indinde sorumlu olursunuz, bana üç gün izin verirseniz ben emaneti kardeşime teslim eder gelirim, bu üç gün içinde yerime birini bulurum, der.
Hz. Ömer der ki:
- Bu topluluğa yabancı birisin, senin yerine kim kalır ki?
Sözün burasında genç adam ortama bir göz atar, der ki:
- Bu zat benim yerime kalır. O zat Hz. Peygamber Efendimizin (sav) en iyi arkadaşlarından, daha yaşarken cennetle müjdelenen Amr İbni As' dan başkası değildir. Hz. Ömer Amr'a dönerek:
- Ey Amr, delikanlıyı duydun, der. O yüce sahabe:
- Evet, ben kefilim, der ve genç adam serbest bırakılır.
Üçüncü günün sonunda vakit dolmak üzere ama gençten bir haber yoktur. Medine'nin ileri gelenleri Hz. Ömer'e çıkarak gencin gelmeyeceği, dolayısıyla Amr İbni As'a verilecek idam yerine maktulün diyetini
vermeyi teklif ederler, fakat gençler razı olmaz ve babamızın kanı yerde kalsın istemiyoruz derler. Hz. Ömer kendinden beklenen cevabı verir der ki:
- Bu kefil babam olsa fark etmez cezayı infaz ederim. Hz Amr İbni As ise tam bir teslimiyet içerisinde der ki:
- Biz de sözümün arkasındayız. Bu arada kalabalıkta bir dalgalanma olur ve insanların arasından genç görünür. Hz. Ömer gence dönerek derki:
- Evladım gelmeme gibi önemli bir nedenin vardı neden geldin? Genç vakurla başını kaldırır ve (günümüz insani için pek de önemli olmayan):
- "AHDE VEFASIZLIK ETTI" demeyesiniz diye geldim der. Hz. Ömer başını bu defa çevirir ve Amr Ibni As'a der ki:
- Ey Amr, sen bu delikanlıyı tanımıyorsun, nasıl oldu onun yerine kefil oldun?. Amr Ibni As Allah kendisinden ebediyyen razı olsun, vakurla kanımızı donduracak bir cevap verir:
- Bu kadar insanın içerisinden beni seçti. "İNSANLIK ÖLDÜ" dedirtmemek için kabul ettim, der. Sıra gençlere gelir, derler ki:
- Biz bu davadan vazgeçiyoruz. Bu sözün üzerine Hz Ömer:
- Biraz evvel babamızın kani yerde kalmasın diyordunuz ne oldu da vazgeçiyorsunuz, der. Gençlerin cevabı da dehşetlidir:
- "MERHAMETLİ İNSAN KALMADI" DEMEYESİNİZ DİYE...